Bazı amirler, memurlar vardır insanlara daha samimi davranır. ''Burada hizmet erisin, başka bir yerde sende müşterisin'' hesabı, devletimizin şefkatli, güler güzünü her zaman hissettirmeye çalışır. Resmi daireye bir iş için gelen vatandaşın yanında küçük çocuğu varsa, onun adını, okula gidip gitmediğini, gidiyorsa derslerini ve büyüyünce ne olmak istediğini sorgular, derslerim çok iyi, büyüyünce ''öğretmen, mühendis, hâkim, doktor olacağım'' gibi cevaplar alınca, masasının gözünden çıkardığı bir çikolatayı, bir şekeri ''al bakalım, aferin, bu senin gibi akıllı çocukların hakkı'' diyerek verir. Veya derslerinde başarısızsa, ''derslerine çok çalış, çok kitap oku, bizden sonra bu koltuklara sizler oturacaksınız'' gibi bir iki cümle ile de olsa öğüt verir. Çocuklara anne- baba dışında, özellikle makam, mevki sahibi kişiler tarafından  yapılan nasihatler daha etkili olur. Onu örnek alarak, ben de ileride bu göreve gelebilirim diye düşünür. Ayrıca; anne- babadan buna benzer sözleri hep işitir ve belki zamanla sıradan olarak algılarlar ve duymak bile istemez. Hani boşa dememişler, ''Vatandaş, memurun işini görmesinden çok, kendisiyle ilgilenilmesinden memnun olur'' diye. Yıllar önce rahmetli babamın yaşadığı ve bizler okurken tatilde her köye gittiğimizde anlata anlata bitiremediği, ismini bile bilmediği hâkim amcayı sizlerle paylaşmak istiyorum.
Efendim 45-50 yıl önce rahmetli babamın yolu bir vesile ile Çorum adliyesine düşer. O zaman yanında ilkokula giden ağabeyim de vardır. Adliye de görevli Hâkim Bey ağabeyime, 
- Gel bakalım yanıma, senin adın ne?
- O da utanarak, Muzaffer, amca 
- Okula gidiyor musun?
- Evet, ikinci sınıfa gidiyorum
Hâkim Bey bir iki soru daha sorar, güzel cevap alır. Hoşuna gider. Rahmetli babama dönerek,
- Amca, bu çocuğu mutlaka okut.
- Hâkim Bey, ben Osmancık ilçesine 4-5 saat uzaklıkta olan, Seki köyünde, oranında yaylasında yaşıyorum, köy hali nasıl okutayım? 
 - Amca, sen okutamazsan ben okutayım, ama bu çocuk mutlaka okusun. Gelecekte hem seni hem de kendini kurtarsın
Babam, Hâkim beyin mütevazı olması ve çocuğuyla ilgilenmesinden çok memnun olup,  ''Allah razı olsun efendim'' der ve ilçenin yolunu tutar. O güne kadar, İlkokulu bir an önce bitirsin de, iş güçte bana yardım etsin düşüncesinde olan babamın, kafasında soru işaretleri oluşmaya başlamıştır. Kendi kendine 'bu çocuğu okutmam gerek, kocaman devletin hâkimi okut diye ısrar ettiğine göre demek ki, bir bildiği var' der. 
Ağabeyim köyde İlkokulu bitirir bitirmez, babam ilçede bir göz oda ev kiralar ve ortaokula yazdırır. Annemle beraber her türlü fedakârlığı omuzlayarak sonuna kadar okutmaya karar verir. Annem de, ''Yavrum soğukta üşümesin diye, bir elinde yoğurt bakracı, bir elinde yumurta sepeti olduğu halde,  ilçede okuyan çocuğuna, merkeple en çıralı, kolay tutuşabilecek odunları taşır. Tabi bu arada ağabeyim de, onların bu fedakârlığına karşılık derslerine çok çalışır, hep takdir, teşekkür getirir. Diğer taraftan yazın tuğla fabrikalarında çalışarak, okul masraflarını kendi sağlamaya çalışır. Nihayet Liseyi bitirerek, İstanbul Yıldız Teknik Üniversitesi Makine Mühendisliğini kazanır. (1980) Köyden Üniversiteye giden ilk kişidir ve kendinden sonrakilere de örnek teşkil edecektir. Çünkü köylü vatandaş şehirdekini değil, daha çok köyündeki filancanın, falancanın çocuğunu örnek alır. Bizim çocuklarda okusun diyenlerin sayısı çoğalmaya başlar.
Şimdiki gibi, anında para gönderme veya telefonla görüşme imkânı olmadığı için, gurbet ellerde ne olur ne olmaz, hasta sökel olursa bozdurup harcasın diye, annem ağabeyimin ceketinin cebine bir adet cumhuriyet altını koyar ve kaybolmasın diye de cebini iyice diker. Ağabeyim, zaman zaman ihtiyacı olmasına rağmen, 'bu annemin hatırasıdır' diye üniversite hayatı boyunca o altını bozduramaz, hep yanında taşır. Diploma ile beraber geri getirip anneme teslim eder.
Çocuğunu İstanbul'da bir üniversite de okutmanın sevinciyle babamın yorgunluğu bir nebze dinmiştir. Fakat Hâkim Beyle bir daha karşılaşma imkânı olmamıştır. Her tatilde köye gittiğimizde babam ağabeyime, hep pişmanlık duyarak ''Senin okumana sebep o Hâkim Bey. Keşke oğlum o Hâkim Bey'in adını bir yere yazsaydık da şimdi ziyaretine gidip, sizin sayenizde mühendis olacağım deyip, elini öpseydin' der. O zaman düşünülmediği için onun eksikliği halen devam etmektedir. 
Bu arada ağabeyim üniversite son sınıfın son dönemindeyken, babam amansız bir hastalığa yakalanır. Ağabeyimden gelen her mektupta, ''Babamın sağlığı nasıl?'' sorusuna, ''İyi, sen merak etme'' diye yazılır. Babam, 'Ben ölürsem sakın Muzaffer'e haber vermeyin, üzülüpte okulunu, derslerini aksatmasın, diplomayı alınca öğrensin'' diye vasiyet eder. Babam rahmetli olduktan sonra, mektubunda babamın sağlığını soran ve merak edip gelmek istiyorum diye yazan ağabeyime; cevap olarak ''Babamın sağlığı şimdi iyi, merak etme, sınavların bitince gelirsin'' diye  yazılmıştır. Sınavlar bitmiş, merakla beklenen diploma alınmış ama babam bunu göremeden hayata veda etmiştir. Hani demişler ya, iki mutluluk bir arada yaşanmazmış diye…
Netice olarak, o, ismi bile bilinmeyen, fakat yıllar geçmesine rağmen, mütevazı haliyle rahmetli babamın ve onun anlatmasıyla gıyaben bizlerinde gönlünde taht kuran,  hele o yıllarda köylü bir vatandaşın küçük çocuğuyla ilgilenen, onun okutulması için babasını teşvik eden hâkim amca şimdi emekli Makine Mühendisi olan ve Amasya da Tüvtürk sorumlusu olarak görev yapan ağabeyim tarafından unutulmuyor. Yaşıyorsa sağlık, sıhhat dileniyor. Hayatını kaybetmişse rahmetle yâd ediliyor…
Büyüklerimiz, ''Birinden kötülük gördüğünüzde unutmaya çalışınız. Fakat iyilik gördüğünüzde hiç unutmayınız'' demişler. Ortak temennimiz, görevimiz ne olursa olsun, bir cümle sözle de olsa, tanıyıp tanımadığımız insanlara faydalı olabilmek, neticede makamları, mekânları terk ettiğimizde isimlerimiz bilinmese de, gıyaben güzelliklerle yâd edilebilmek ve unutulmamaktır.