Yaşlılarla konuşurken, yaşadıkları zamanın zorluğuna dair, bazen de, bu devirde yaşamanın rahatlığı üzerine sözler duyarız. Aslında bu muhabbetler, hayatlarının son düzlüğüne gelmiş insanların oyalandığı sözleridir. Ve karşısındaki insan, hayat öğüdü tadındaki şarkının, kaçıncısını dinlediğini unuttuğu nakaratını , bir kez daha dinlemekten yüksünmez. Saygıyla birlikte, bahsi geçen devirleri kendisinin de yaşayacağını bilerek teslimiyet içerisinde dinler. Dinleyen kişinin tavrı, tutumu çok önem arz eder. Yine hissedilen samimiyet de burada saklıdır. Cümle aralarına serpiştirilen tasdikleme sözleri, anlatımın akıcılığına ve hafızadaki tazeliğine katkı sağlar, aksi ise, yaşananların kıymetine gölge düşürebilir. Bugünlerde pek de rastlanmayan bu saygı çerçevesini bulmak, kalıntıları arasında inatla ayakta durmaya çalışan bir sufi geleneğine götürebilir bizi... Ödülü bir kuru ekmek ya da bir nefes 'den başkası olmayan ama her defasında o kuru ekmek ve nefes için yana yakıla yollara dökülünen bir tuhaf ders de diyebiliriz. İşte bu yüzden ders alanın dinleme sırasında aldığı nefese, yaptığı jeste, mimiğe bile dikkat etmesi gerekir. Çünkü yaşlı kurt, yaşanmışlık üzerine kurduğu tahtında kendisini olabildiğince olgun ve bir o kadar vakur hissetmektedir. Ömrü boyunca görüp geçirdiği, irili ufaklı ne kadar yaşanmışlık kırıntısı varsa, hepsi de çok değerlidir. Bu ruh halindeyken beklediği saygı, çok da fazla değildir aslında... 
Hiç görmediğimiz, bilmediğimiz kocaman bir dünyanın sahibidir O... Bahsedeceği her şeyi harfi harfine tasdiklediğimizden emin, anlatmaya devam eder. Yaşadığı dönemin liderleri, siyasi iç çekişmeler, politikacılar, ihtilal dönemleri, ambargolar, gaz, yağ, şeker, tüp kuyrukları... Yüzünde zamanla şekillenen derin yarıklarda hepsinin bir suçu olduğunu düşündüğü bir sürü olay anlatır. Sayfalar dolusu anlatılan cümleler arasında mutluluğa dair bir şeyler bulmaya çalışırım. Evlilik, çocuk der bazen... İşte! derim; Şimdi mutlu bir tablo çıkacak... Hayır! Ardından hiç değişmeyen aynı yüz ifadesi ile: Hastalık, ilaç, tedavi... Beklediğim mutlu cümleler, gaz, yağ, şeker kuyruklarının arasında kaybolup gider... 
"Yaa işte böyle..." Anlatılan cümlelerin arasına sıkça serpiştirilen, dinleyene bir nefes alması ve biraz da hazmedebilmesi için sarf edilen gayri ihtiyari bir tasdik sözüdür. Bu cümlenin altını açıp baktığınızda hedefin dinleyen değil, söyleyenin kendisi olduğunu görürsünüz. Hem hayattaki tavır ve tutumlarımızın sonucunda karşılaştığımız tablonun kabulüne, hem de dersin özetine işaret eder: "Ya işte böyle..."  Ağzımızdan bir çırpıda çıkan, kısa ama içerisinde çok şey barındıran bir cümledir. "Ben yaptım sen yapma" der... "Aslında ben yapmazdım da, şu sebepten böyle oldu" der. "Hepsi bu kadar" "başka da bir şey yok" der. Bir nevi itiraf eder ipe gittiğini fark etmeden... Bu saatten sonra ip 'ten mi korkar insan! Keşke davaların hepsi yaşlılıkta görülse... En samimi itiraf zamanı. Dünya malından, hevesinden elini eteğini çekmiş bir insan yalan söyler mi hiç! Bir ayağı diğer tarafta olan insan kendi iç mahkemesini her gün kuran insandır... Anlattıkları da şahit'e bile gereksinim olmayan samimi sözleridir. Yan yana söylediği o üç kelime yemin niteliği taşır: "Yaa işte böyle..."
Herkes için müthiş bir fırsattır aslında onlarla konuşabilmek. Ayaklı kütüphane gibidirler, hemen her konuda söyleyecek sözleri bulunan, ağzını bile açmadan ders aldığımı hissettiğim insanlardır onlar. Görüntüsü, duruşu, tevazuları, iddiasız, kabuklarına çekilmiş halleri, ağır ama emin adımları... Çok etkiler beni. Müsait olduğumda, gözüme kestirdiğim bir tanesini bulur, yanına yaklaşır, selam verip laf atarım: "Ne var ne yok?" Sorunun tuhaflığına takılmaksızın içtenlikle ve tebessümle cevap verirler. Altında buzağı aramadan... Birçoğunun hikâyesini üzerlerinde okuyabilirsiniz. Ele verirler kendilerini. Özellikle de son zamanlarında etraflarında kimsesi olmayanları. Yalnızlık gözle görülebilen ve neredeyse elle de tutulabilen bir duygudur. Yanına yaklaşıp dokunursanız bunu yapabileceğinizi görürsünüz. 
Sıkça uğradığım bir pastanede yine tek başına oturmuş, siparişini bekleyen birisini gördüm. Eski bir Devlet Memuru olduğunu, klasik ceketi, pantolonu, sonuna kadar iliklediği gömleği ve yağmur yağmamasına rağmen yanında bulunan şemsiyesi ele veriyordu. Yanındaki masaya otururken bir ara göz göze geldik, merhabalaştık. Selamımı almasındaki hazır bulunuşluğu, yol, yordam, adab-ı muaşeret bildiğini gösteriyordu. Ceket eski olmasına rağmen bakımlı ve temizdi. Bir zamanlar evdekilerin dokunuşları, kokuları sinmiş, her evden çıkışında iyi dilek ve temennilerini işitmiş bir ceket... Sahibini yıllardır korumaktan, sevgisinin, saygısının, tüm güzel duygularının üzerine titremekten mutlu bir ceket... İkinci çocuğunun doğumunda almıştı o ceketi. Hatırası vardı... Belki de o yüzden özenle, tertemiz saklayıp, gururla giyiyordu. Bebek kokusunun hala üzerinde durduğunu düşünüyordu belki de... Otuz yıllık ceketi giymenin ne anlamı olabilirdi ki başka?
Su böreğini getirdiğinde Garsona bir ara, üç sene önce kaybettiği eşine bakar gibi baktı. Minnet dolu bakışlarını Garsondan da esirgemedi. Ne de olsa son zamanlarda hürmet gördüğü nadir insanlardandı. Böreğin dilimlerini kesmeye çalışırken, beceriksizliğini gördüğümü hissetmesin diye bakmıyormuş gibi yapıyordum. Börek ile giriştiği mücadelede süt yardımına yetişiyor, bu sayede toparlanabiliyordu. Burada geçirdiği süre, çoktandır özlemini duyduğu coşkulu aile sofralarının yerini tutmasa da, evde kırdığı yumurtadan daha iyiydi. En azından insan içindeydi. Bir ara ceketine baktı. Eşinin sarılmaları, çocuklarının nefesi, yakalandığı nisan yağmuru hatta salıncakta torununu sallarken takılıp kaçan ilmek bile yakışıyordu ama "bu son bir kaç yılı görmemeliydi" diye düşündü... Bir ara satmak geldi aklına... "Yok" dedi sonra... Yakıştıramadı kimsenin üzerine. "O da alışsın benim alıştığım gibi"  dedi ve konuyu kapattı. 
"Biraz daha alabilir miyim" diye seslendi Garsona... Sütü bitmemişti ve onu boş içmek istemiyordu. Börek de yıllardır evine götürdüklerindendi. Evdekilerle birlikte olmanın bir başka yoluydu bu aslında. Dilinde hissettiği tatta saklıydı her şey. Sindire sindire, ağır ağır, zamanı uzatarak... İlave börek ve sonunda süt de bitmişti. 
Artık gözlerimi kaçırmıyordum. Göz göze geldik. Bir ara öylece baktık birbirimize... Karnımdan konuştuğum sözlerin hepsini duymuş gibi bakıyordu. Sanki yarım saattir sohbet ediyormuşuz da sıra ona gelmiş gibi... Üç günlük yaşam tecrübem, tahsilimle, bir tahlil yaptığını sanan ben, kendimi oracıkta, çömez bir öğrenci gibi görmeye başlamıştım. Yüzüme dönen bu kararlı bakışlar kesilmedikçe, daha da küçülmeye devam edecek gibiydim. O an pastaneye bir bebek kokusu ve ardından da bir nisan yağmuru kokusu yayıldı. Sonra yavaşça kalktı. Ceketini düzeltti. Kaçan ilmeği eliyle, özenle yatıştırdı. Şemsiyesini aldı. Kapıya doğru giderken döndü... Sanki yıllardır görüştüğümüz, ailece gidip geldiğimiz, hatırını hiç kırmadığımız, kıymetli bir büyüğümüzün dizinin dibine oturmuş, nasihatlerini dinlemiş, giderken de yolcu ediyordum. Dersin bittiğini hatırlatan sözlerini duyar gibi oldum:
"Ya işte böyle..."