Nihat üç kız, üç erkek olan erkeklerin ortancasıydı. Babası çimento fabrikasında işçiydi. Elinde avucunda ne varsa satıp Terlemez evlerinden bir arsa almış ve tek katlı ahşap müstakil küçük şirin bahçeli bir ev yapmıştı. Evin inşaatı hiç bitmezdi.

Eline para geçtikçe evi yenilemeye çalışırdı. Bahçede bir odunluk, hemen girişte bir kömürlük ve evin altında bir bodrum bulunurdu. En güzeli de bahçenin arka kısmındaki tandırlıktı. Her yıl tandırda ekmek edilir. Kışlık ekmek ihtiyacı bodruma yapılan ekmek dolabının içine istif edilir en az bir altı ay o ekmek tüketilirdi. Ekmek dolabının hemen yanı başına ise büyük kiremit küplerle turşu kurulurdu. Annemin vurduğu turşu dillere destan olmuştu. Turşunun bu kadar lezzetli olmasını soranlara babam, "bizim turşunun sırrı kurbağada" derdi. "Biz her küpe birkaç tane kurbağa atıyoruz, ondan böyle lezzetli oluyor" derdi. Artık bizim turşu herkes tarafından "kurbağalı turşu" olarak anılır olmuştu. Annem her gün beş on ekmeği özenle kırmadan alır, bezin üzerine yatırır ve parmaklarını suya batırır ve ekmek üzerine serperdi. Ekmek sulama işi bittikten sonra, onları beze sarar bir süre ekmekler o bez içinde beklemeye alınırdı. Birkaç saat sonra annem o kuru ekmekleri sardığı bezi açtığında mis gibi ekmek kokar ve katlayarak ekmek poşetinin içine koyardı. Artık alışkanlık halini almıştı. Sabahları mutlaka somun ekmeklerle kahvaltı yapılırdı. Babamın veresiye ekmek karnesi alıp aybaşında ödediği Kurtuluş Ekmek Fırını, evimize oldukça uzaktı. Bu fırından somun ekmek alma işi daha çok bana düşerdi. Ekmek almak sorun değildi de, bazen top oynarken tam maç ortasında "Nihat" sesi ile beynimden vurulmuşa döner, oyunun yarıda kesilmesi beni deli ederdi. Kızardım ama bağırma ve karşı gelme lüksüm yoktu. Aksi halde bir araba dayak hazır olurdu. Oyuna yetişmek için koşarak ekmeği alır gelirdim. Yufka ekmek yiye yiye bıktığımızdan somun ekmeği çok severdik. Hatta ablam Nebahat, yufka ekmeği pek sevmediğinden sabah kahvaltısından artan somun ekmekleri öğle ve akşam yemekleri için kendine saklardı. Bazen sakladığı ekmekleri arar bulur ve yerdik. Tabi ki, sonrasında da ciddi bir sopa yerdik.
Mahallemiz Gülabibey Mahallesi olmasına rağmen herkes Terlemez evleri diye bilirdi. Terlemezler, Çorum'un yerlisi en köklü ve zengin ailelerinden birisi idi. Terlemez tarlaları parsel parsel arsa haline dönüştürülmüş ve satılmıştı. Aynı küme içinde Çimento Fabrikasından babamın arkadaşları ve köylüleri buraya yerleşmiş ve Terlemez evlerinin oluşmasına katkıda bulunmuştu.
Şehrin hemen hemen en uç kısmı olan Terlemez evleri, yeni yerleşime açılan bir yerdi ve kirvemiz Sadık Meriç'in evi en son evlerden biriydi. O evlerden itibaren tarlalar, bağ ve bahçeler vardı. Emsalimiz çocuklarla birlikte oralardan Desti Menci korkusuna aldırmadan nohut, mercimek yolar, bağlardan elma, üzüm, ayva ne bulursak toplar ve yerdik. (Desti
Menci: Bağ bekçisi idi. Genellikle atla dolaşır bağları beklerdi. Desti Menci geliyor diye bağırılınca, korkudan ne yapacağımızı bilemezdik. Bir keresinde saklanıp önümden atı ile geçen Desti Menciyi görmüştüm. Tam önümde atından indi. Yürüyerek etrafı kolaçan edip atına atlayıp gitmişti. Uzun deri çizmeleri, çizmesinin içine sokulmuş pantolonu kalçasına doğru genişlerdi. Sırtında delmesi, delmesi üzerinde çaprazlama geçirdiği tüfeği, elinde kamçısı ve başında kalpağa benzer deri şapkası ile gözümde o dönemler efsane olan "Köroğlu: Cüneyt Arkın", "Dadaloğlu: Tamer Yiğit" gibi görünmüştü)
Mahalle, köy gibiydi. Hemen hemen çevremizde birkaç katlı evden başka bütün evler tek katlı ve müstakil idi. Bizim ev ortak arsada bitişik nizam akrabamız olan Yahya Akkaş ile ortak alınmış ve sırt sırta ayrı iki ev olarak planlanmış ve yapılmıştı.
Çocukluğumuz en çok sonradan kirvemiz de olacak olan Sadık Meriç ailesi ile geçiyordu. Babamla hem aynı köylüler, hem de aynı fabrikada çalışıyorlardı. Hemen hemen her akşam birlikte zaman geçiriyorduk. Onların çocuklarının isimleri Hamiyet, Leyla, Nurcan ve Ercan idi. Astsubay olan çocukları Sadık abi ve öğretmen olan Kazım ile Orhan abi ise zaman zaman gelirlerdi. Kiracıları köylümüz, Gümpür Veli (Çolak Veli) karısı Fadime yenge, oğulları İbrahim, Erol ve Birol… Onların evin karşısında ise Fatma yengenin ağabeyinin evi vardı. Çocukları, (biz Durattin derdik ama ismi) Nurettin Karakuş, kardeşleri Şerife ve Fidan vardı. Durattin çok hızlı koşar iyi de top oynardı. Onların eve bitişik 'Kanca Veli' denen at arabacılığı yapan Veli amcalar, onların evin yanında da yine at arabası olan Aşık Hüseyin amcanın bize tandırlık tarafından duvarları bitişik evi vardı. 
Diğer taraftaki evde ise yine köylümüz olan ve lakabı Coppa Hasan'ın Hüsük dedikleri köylümüz ve babamla aynı fabrikada işçi Hüseyin amca otururdu. Onların küçük bize emsal çocukları yoktu. Oğulları İlhan vardı ama yaşça bizden çok büyüktü. Üst tarafta babamla aynı fabrikada çalışan Garip Mert ile Edeviye yenge, oğulları Haydar, Seyfi, kızları Ayten otururdu. Onların üst kısmında ise köylümüz Sobacı Rıza, oğulları Kenan, Adnan, Fehmi, kızları Elif. Hemen yanlarında ise bekçi İsmail Kapısız. Oğulları Necati, Necdet ve Necmi. Bizim evin diğer yanında ise yine köylümüz olan babamın Dodik dediği Hüseyin amcalar ve onlara bitişik yine babamın deyişiyle kocası Almanya'da çalışan köylümüz Kel Fadime otururdu. Oğlu Hasan mahalleye zaraman ağlatırdı. Çocuklar içinde en mazarat oydu. (Babam neden kel Fadime derdi hiç anlam veremezdik. Kadının sık, çok gürbüz simsiyah saçları vardı. Ağzında sapsarı parıldayan altın dişleri, güler yüzlü bir kadındı.) (DEVAM EDECEK)