Değerli dostlar, hayat çok uzun gibi görünse de aslında çok kısa. Neden diye sorarsanız, bazen beraber çalıştığımız iş arkadaşımız, bazen kapı bir komşumuz, bazen bir tanıdığımız vesselam her an birileri gidiveriyor. Ve beklemediğimiz anda 'Falanca vefat etmiş olup; öğle namazına müteakip toprağa verilecektir.' ilanını duyuveriyorsunuz. Beklenmedik bir anda bu acı haberi duyunca keşke geçen gördüğümde hal, hatır sorsaydım… Hastanede yattığını duyduğumda tembellik etmeseydim de ziyaretine gitseydim… Hiç olmazsa bir telefon edip geçmiş olsun deseydim… Sabah asansörde karşılaştığımda günaydın, hayırlı sabahlar, komşu nasılsın deseydim… Türünden keşkeler uzayıveriyor. Ama nafile… Giden geri gelmiyor, keşkeler fayda vermiyor. Belki bunun etkisiyle birkaç gün farklı olmaya çalışıyoruz ama dünya telaşı içerisinde eski halimize dönüveriyoruz.


Marmara depreminin yaşandığı 17 Ağustos gecesi muhasebeci bir vatandaş sabah erkenden İstanbul'a gidecektir. Bunu için gece 03.00' e doğru kalkar tıraşını olur, duşunu alır. Bu arada akılda olmayan ve hesapları alt-üst edecek olan deprem meydana gelir. Muhasebeci vatandaş yıkılan binanın enkazında banyo havlusuna sarılı vaziyette kalır. Afetin ilk saatlerinde ne kadar imdat çığlıkları atsa da sesini kimseye duyuramaz. Çünkü ortalık perişan, on binlerce insan enkaz altında ve dolaysıyla herkes kendi derdine düşmüştür. Bu vatandaş enkaz altında kalmıştır ama kötünün iyisi hesabı küçük bir boşluğa denk gelmiş ve en azından hayatta kalmıştır. Ne zaman kurtarılacağı belli olmadığı için,  bundan sonrada hayatta kalması için mücadele etmesi gerekmektedir. Biliyorsunuz insan havasızlığa 5-10 dakika, susuzluğa 40-50 saat, açlığa ise daha çok dayanabiliyor.


Enkazın altında ikinci günü doldurmak üzereyken böbrekler alarm vermeye başlamıştır. Muhasebeci Vatandaş da çaresizlik içerinde çare aramaktadır. Bu halde iken aklına şöyle bir fikir gelir. Dini hükmünü bilmiyorum ama benim ölmemem lazım. Çünkü aklı olmayan kurbanlık koç bile kesileceği zaman başı örtülüp, ayakları bağlanmasına rağmen ölmemek için mücadele veriyor, çırpınıyor, bir çıkış kapısı arıyor. Bunun için banyo havlusunu yırtıp bir parçasını sırtının altına koyar. Diğer bir parçasını da idrarıyla ıslayıp damla damla olarak ölmeyecek kadar su ihtiyacını karşılar. Depremin 6'ncı gününde bu vatandaşa kurtarma ekipleri ulaşır. Bitkindir ama aklı başındadır. Kurtarma ekip görevlisi, konuşmak ve durumunu öğrenmek için  'bir ihtiyacın var mı?' diye usulen sorar. Enkazın altındaki vatandaş, 'SU… SU… SU…' cevap verir. Bir kaç gün su içmeyen insana direk su verilmesin tıbben uygun olmayacağını düşünen kurtarma görevlisi, karşıda duran amirine seslenir. 'Su istiyor vereyim mi?' diye… Bu arada enkazda bulunan muhasebeci vatandaş kendini biraz daha toplamıştır ve şu ders alınacak cevabı verir kurtarmacıya. 'SEN SU VERMEZSEN, BEN KENDİ FORMÜLÜMÜ UYGULARIM !'   o formül de neymiş diye sorulduğunda enkazın altında 5-6 gün su ihtiyacını nasıl karşıladığını anlatır…
Özetin Özeti: Seminerlerde veya ikili sohbetlerde depremden sonra binayı tahliye ederken yanınızda bir pet şise su bulunması önemlidir diye söylediğimizde, her şey bittide o mu kurtaracak, boş şeylerle meşgul oluyorsunuz gibi uyarılarımızı gayri ciddiye alanlara şahit oluyoruz. Bu durumda üzülüyoruz ama pes etmiyoruz. Bulunduğumuz her ortamda bir cümle dahi temel afet bilincine katkı sağlamak amacıyla bilgilendiriyoruz ama ilgilendirme herkesin kendi seçimi… Çünkü çok basit gibi görülen bu uyarıyı ciddiye almayanlara diyoruz ki, 
'Allah göstermesin, olası depremlerde enkaz altında su bulamadığınız zaman idrarınızla hayatta kalmak durumunda kalabilirsiniz.' O halde, gelen sese şimdi ses ver. Yarın yerinde yerler eser.