Ülke olarak hepimizi derinden sarsan son yirmi yılın en acı doğal afetini Marmara depremiyle yaşadık. Henüz bunun yarasını saramadan, 12 Kasım depremiyle bir kez daha yıkıldık. Yediden yetmişe, afetler üzerine çok yorumlar yaptık, derinden ahh… çektik, keşkeler dedik. Bu keşkeleri üst üste toplayabilseydik  belki de boyumuzu aşardı. Ama nafile… Gidenler gitti bir kere. Zira genç - ihtiyar - çocuk demeden 20 bin civarında insanımızı belki bir kısmının mezar taşına ismini bile yazamadan toprağın kara bağrına veriverdik… Gündüzler yetersiz kalıp havaların sıcak olması nedeniyle cesetlerin kokmaması için gece karanlığında ışıldakların, el lambalarının, kamera ışıklarının, araba farlarının… Aydınlığında uğurlamak zorunda kaldık. Geride kalan gözü yaşlı ailelerin maddi anlamda acılarını hafifletebilmek adına ülke olarak seferber olmaya çalıştık. İki ekmeğimiz varsa  birini değil ikisini vermeye niyet ettik. Deprem bölgelerinde hayat normale dönerken son bir defa; Ben gidiyorum / bir diyeceğin var mı çocuk? / Yiyeceğin, içeceğin, giyeceğin var mı çocuk? Diye sorduk… Ancak çocuğunu, annesini,  babasını, kardeşini, sevdiklerini kaybeden afetzedelerin göz yaşlarını dindiremedik…. Çünkü iş bu noktaya gelince kelimler boğazımıza düğümlendi…Cümleleri kurmakta zorlandık vesselam…
Efendim, bu bağlamda Marmara depreminde kaybettiğimiz teyzemin damadı Rüstem Dikici'nin hayat hikâyesini sizlerle paylaşmak istiyorum. Başka Rüstem'ler ölmesin, geride çocuklar öksüz yetim kalmasın diye…
Merhum Necip Fazıl; 'Yapacağınız dualara dikkat ediniz, belki kabul olacağı tutabilir' der. Gerçekten öylemi yoksa? Bazı insanlar vardır yanınıza geldiğinde ne kadar canınız sıkkın, moraliniz bozuk olsa da muziplik yapmayı, sizleri güldürmeyi, rahatlatmayı becerir. Doğrusu herkesi ağzına bakıtır. Belki de;  ''Bakma böyle mutlu göründüğüme / Yaşıyorum işte rolüm icabı / Bir mutlu tebessüm koyup yüzüme / Taşıyorum işte rolüm icabı…'' der içinden. Bu da bir kabiliyettir. ''Dünya vefasız bir diyardır tanı / Bir araya getirmez iki yakanı / Ram olmadan önce düşünerek bak / Dünün ihtişamı bir avuç toprak'' misali. 17 Ağustos Marmara depremi artçısında hayatını kaybeden bu merhum Rüstem kardeşimizde böyle biriydi. Konuşmalarında sık sık 'Allah bana 39 yaşını 40 dedirttirmesin!' tabirini kullanırdı. Belki şaka olarak kullanıyordu veya biz öyle düşünüyorduk ama akıbet 39 yaşında hayata veda etti.
İzmit'te kapıcı olarak görev yapıyordu. 7.4 şiddetindeki büyük depremde Osmancık'ta olduğu için kurtulmuş ve depremin hemen akabinde doğduğu yerde kalmak yerine doyduğu yere gitmek zorunda kalmıştı. Görevli olduğu apartman yıkılmamış ancak hasarlıydı. Apartman görevlisi olması nedeniyle apartmanı beklemek ve gerektiğinde içine girip çıkmak zorundaydı. Büyük depremden bir hafta sonra, içerdeyken 5 küsur şiddetinde artçı deprem meydana gelmiş ve 5 kişi hayatını kaybetmişti. Bunlardan bir tanesi de  Osmancık İlçemizin Seki köyünden Rüstem Dikici idi. İçeride depreme yakalanınca panikle dışarı kaçmaya çalıştı. Ancak kaçarken çatlak olan kömürlüğün duvarının zarar verebileceğini hesap etmedi ve o duvar üzerine yıkılıverdi. İnsanlar üşümesin diye yıllarca kalorifer kazanına attığı kömürlerin arasında bu sefer dediği şekilde, kırkına giremeden 39 yaşında hayata veda etti. Sen benim her şeyimdin / Uzaktan gördüğümde güven duyduğum / Yanıma yaklaştığında sarıldığım / Ya şimdi… öyle mi? / Bir artçı depremle beraber gidiverdin / Hem de, 'Allah'a ısmarladık ' bile diyemeden / Eşine, dostuna, akrabana  ve seni çooook  ama çok seven çocuklarına!
Savaşlar için söylenmiş bir söz var 'Savaşlarda savaşanlardan çok kaçanlar ölür ' diye. Depremlerde aynen buna benziyor. Yani deprem olurken binalarda bilinçli olarak kalanlardan çok, panikle rast gele kaçanlar daha çok zarar görüyor. Bu nedenle afetlerden önce bulunduğumuz binaların neresi güvenli neresi daha güvensiz tanımak çok önemli. Çünkü, 7 şiddetindeki ilk büyük  depremde yıkılmayan bir bina 4 şiddetindeki artçı bir depremde rahatlıkla yıkılabilir. Özellikle kriş / kolon bağlantılarında çatlaklar oluşmuşsa daha hassas olmak gerekir. Bununda en basit yolu sivil savunma tedbirlerine gereken önemin verilmesidir. Afetler olduktan sonra yaptığımız masrafın belki daha az  kısmının afetler yaşanmadan önce yapılması ve devlet denetimin yanında toplumsal denetimin ön plana çıkmasıdır. Ayrıca;  bu noktada sivil savunma personelinin ve diğer görevlilerinin uyarılarının ciddiye alınması çok önemlidir.
'Söylersen unuturum, gösterirsen yarısını hatırlarım. Fakat tatbikat yaptırırsan hiç unutmam ve gerektiğinde afetlerde aynen uygulamaya çalışırım' hesabı  toplumda bilinçli temel afet kültürünün ciddi olarak oluşması. Bu sağlanırsa ümit ediyorum ki; olası afetlerde zararlar en aza inecek. Belki de,  afiyette atlatılabilecek çocuklar öksüz yetim kalmayacak. Anneler, babalar göz yaşlarına boğulmayacak. Aynı zamanda devlete maddi ve manevi anlamda  bu kadar yük binmeyecek.  Ayrıca;  yazılı kuralların yanında yazılı olmayan sosyal kurallarında dikkate alınması önemlidir. Yani insan bile bile bir hata yaparsa ve bu hatadan dolayı  başka insanlar zarar görürse  bu toplum beni affetmez, dışlar  veya bunların arasına giremem diye düşünebilmeli. Bunun en bariz örneği Japonya'dır.
ÖZETİN ÖZETİ: 'İnsan hata yaptığında, KENDİSİ İÇİN SAVCI AMA BAŞKALARI İÇİN AVUKAT OLABİLMELİ…'  diye düşünüyorum. Acaba siz ne düşünürsünüz?