Lise yıllarında bir ilkokul, şimdiki adıyla ilköğretim okulu öğretmeninin, yabancı dili Fransızca olmasına rağmen kendi kendine İngilizceyi öğrendiğini ve bize dışardan İngilizce dersine geleceğini duyduk. Kendi daha derse gelmeden namı geldi. Sınıf başkanı; ''Arkadaşlar, size bomba gibi bir haberim var. İngilizceye dışardan 'My Teacher !' diye biri geliyormuş. Derste Türkçe konuşmak yasakmış. Pek başka öğretmenlere benzemiyormuş. Okul müdürü, diğer sınıfa 'Çocuklar, her ne kadar okulun resmi müdürü ben isem de, gerçek müdürü öğretmeniniz. Ona göre hal ve hareketlerinize dikkat edin' demiş'' diye sınıfı uyarıyordu.
Disiplini ve verdiği eğitimle Osmancık'ta onu tanımayan, namını duymayan kimse yoktu. Dersine girsin girmesin her öğrenci ondan çekinir ve onu görünce yanlış yapmamak için gayri ihtiyari kendini bir daha kontrol ederdi. Öğretmenimizin kendi ifadesiyle, yıllar önce Osmancık - Gemici ilkokulunda dışardan diploma almak için gelen yetişkinlere ders verirken ciddiye almayan, dersi kaynatmaya çalışan yetişkine (sırada oturuyorsa öğrencidir ) bir şamar atıvermiş… Birçok arkadaşımızın ifadesiyle, yıllar geçmesine rağmen kendisine olan saygımızdan ötürü görünce aynı hassasiyetimiz devam ediyor. 
İngilizce dersine kendimizi o kadar kaptırmıştık ki, teneffüslerde bile kendi aramızda İngilizce konuşmaya çalışır ve turist denk gelse de onunla İngilizce konuşsak diye merak ederdik. Bu nedenle, öğrendiğimiz pratik cümleleri unutmamak için küçük kâğıtlara not alır ve bunları cebimizde taşırdık.
Lise birinci sınıfta Ankara'ya gitmiştim. Giderken özenle hazırladığım ve ezberlediğim pratik İngilizce notlarını yanıma aldım. Oralarda turist vardır diye Ankara Kalesinde bulunan Anadolu Medeniyetleri Müzesine gittim. Zira benim için müzeden ziyade turistler önemliydi. Çünkü sınıfta öğrendiklerimi ilk defa pratikte uygulama imkânı bulacaktım. Bir turiste yaklaştım. 'Merhaba… İngilizce konuşabilir miyiz?  Where are you from? Dedim. 'Avustralya'   dedi. Ben yazdığım notlara bakıyorum.' I am from Avustralya' demesi lazım. Ama hep kısa cevap veriyordu. İlçeye gelince öğretmenime; 'Hocam turistlerle konuştum. Bizim öğrendiğimiz gibi uzun uzun cevap vermiyorlar. Hep tek kelimelik cevap veriyorlar. Her halde kelimeleri israf etmek istemiyorlar… ' dedim… 
Bir gün Ankara'dan İlçeye gelmek için otobüse bindim. Elinde harita, sözlük, sırtında çantası olan ve giyimi pek bize benzemeyen biri de arabaya bindi. Herhalde bu turisttir diye düşündüm. Bildiğimiz pat sat İngilizcenin heyecanıyla olsa gerek yardımcı olayım diye hemen kalkıp yanına yanaştım, biletine baktım yanıma oturması gerektiğini görünce bir turistle konuşacağım diye sevindim. Hareketlerinden onunda sevindiğini anladım. 
''Yavrucuğum, bir dil bilen bir insandır, iki dil bilen iki insandır. İngilizceyi öğrenin. Çünkü dünya artık küçüldü. Nerede kiminle karşılaşacağınız belli olmaz. Bakarsınız bir toplulukta bir turist bulunur, yardım ister veya konuşma ihtiyacı duyar ama kimse dilinden anlamaz.''   diyen öğretmenimizin tavsiyesi aklıma geldi. Kendisinin üniversite de okuduğunu, Alman olduğunu ve Boğazkale'yi görmek için gittiğini benim çat pat İngilizce cümlelerime karşılık Alman olmasına rağmen, İngilizce cevap vermeye çalışıyordu. Yan koltukta oturan yolcularda ''Yeğen sen dilinden anlıyon her halde, nereliymiş, nereye gidiyormuş sor bakalım!'' diye konuşma arasına giriyorlardı. Bende arkadaş Alman'mış, Boğazkale'yi görmeye, oralarda araştırma yapmaya gelmiş deyince, tuhaflarına gitti. La bu gâvurların işi gücü hiç yok her halde, ta Almanya'dan kalkıp buralara kadar geliyorlar. Biz Çorumluyuz ama hiç gidip de oraları görmedik'' dediler. Keşke görebilsek…
Sevdiğim sözler: ''Başarı, istediğini elde etmek, mutluluk ise elde ettiğini sevmektir.” (Brown)