2019 Aralık ayında Çin'in Hubei eyaletinde yer alan Wuhan şehrindeki  "Huannan" isimli deniz ve et ürünleri pazarında kaynaklandığı, 27 Aralık 2019 tarihinde Wuan'daki bir hastaneye ağır pnömoni tanısıyla üç hasta yatılmıştı. 
İlk vaka, Wuan'daki hayvan pazarında balık satıcısı olan 49 yaşında bir kadın. Bu vaka 23 Aralık 2019 da ateş, öksürük ve göğüs sıkışması hissiyle belirti vermiştir. 
Çin'de ortaya çıkan hastalık, önce Çin'de, kısa sürede de başka ülkelere yayıldı. Devletler, önce Çin'le sonra başka ülkelerle hava sahalarını kapatarak gidiş gelişleri yasakladılar. Bazı ülkeler, işi ciddiye almadıkları için ölümler hızla arttı. Türkiye Cumhuriyeti hükümeti sağlık bakanlığı, olağanüstü tedbirler alarak vaka ve ölü sayısını asgaride tutmayı başardılar.
Araya giren kurban bayramı ve yaz tatili, maske, mesafe ve temizlik kurallarını rafa kaldırdı. Kendini unutturan corona virüs, birden bire atağa geçti. 65 yaş üstü vatandaşlara tetbirler uygulanırken diğer vatandaşlar normal yaşamına devam ettiler. Düğünler, asker uğurlamaları, toplantılarla kurallar çiğnendi. Ölümler günden güne arttı, ikiyüzlü sayıları aştı..
İkinci etap kurbanlarından biri de eşimle birlikte biz olduk. Nasıl oldu, nereden kaptık bilmiyoruz?  Halsizlik, kusma sonucu üzerine eşimle birlikte Çorum özel hastanesine gittik. Yapılan muayene, çekilen film, tomografi ve kan tahlili sonucu ikimizin de corana olduğumuzu söylediler.  Ambulans çağırıp Hitit Üniversitesi Erol Olçak Eğitim Araştırma Hastanesine gittik. Devlet hastanesi, Özel hastanede çekilen tomografileri beğenmedi. Bir de kendileri çektiler. Sonuçlar belli olunca doktor eşime döndü.
Sen eve git, evde ilaç tedavi olacaksın, kocanı yoğun bakıma alıyoruz. Dedi. Beni tekerlekli sandalyeye bindirip arkası duvar, üç tarafı camla kaplı 14- 15 metre kare büyüklüğünde bir odaya koydular. İçeri girince yatağa yatırıp anadan uryan soyup bacağıma havlu külot bağladılar.  Burnuma oksijen maskesi, kollarıma çeşitli bağlantılar yaptılar.          
Tavanlardaki lambalar, gündüz gibi ortalığı aydınlatıyordu. Devamlı sırt üstü yatıyorum. Yattığım yerden camın arkasında görebildiğim kadar ortada geniş ve uzun bir koridor. Koridorun iki yakasında tren vagonları gibi yan yana dizili odalar. Koridorda oradan oraya koşuşan görevlileri görebiliyordum. Astronot gibi giysiler içerisinde kan almak, oksijen maskesi takmak için gelen hemşireler, güler yüzle işlerini yapmaktalar. Her gün bir görevli elinde bir bardak çorba ile geliyor: "Çorba getirdim Salim Amca, içer misin? Diyordu. Günde bir bardak çorbaya nasıl hayır diyebilirim ki. Mecburen İçerim. Diyordum. Sağ olsun, getirdiği çorbayı bir anne şefkatiyle kaşıkla içiriyordu. Çorbadan sonra; " Biraz da yoğurt vereyim." Diyerek birkaç kaşık yoğurt veriyordu. İleriki günlerde çorbayı çay gibi içmeye başladım.
Tavandaki lamba devamlı yandığı için gece mi gündüz mü belli olmuyordu. Zaman kavramından mahrumdum. Bir gün kan almaya gelen hemşireye ayın kaçı olduğunu sordum. Hemşire biraz esprili.
--Nur topu gibi yeni bir ayımız oldu. Bu gün eylülün biri.
Eylülün biri sözü ile sanki kalbime hançer saplandı. İğne kolumdayken gayri ihtiyarı olarak kolumu çektim. 
Hemşire:
--Ne oldu, acıttım mı?
--Biraz, dedim. 
Sorun iğne değil, söylenen tarihti. Ben ağustosun onunda yattığıma göre demek ki 20 gündür buradayım.  Kendime bakıyorum, o kadar ağır bir hasta da değilim. Bu kadar süre yoğun bakımda kalmam fena halde canımı sıkmıştı.
--Beni burda niye tutuyorlar. Söyleyin doktora, beni çıkarsın. 
Hemşire soruma cevap vermedi. 20 gündür yatmak zoruma gitmişti.  O gidince oksijen maskesini çıkarıp attım. Koridorda geçen başka bir hemşire beni görmüş, sensörlü kapıdan kafasını uzattı.
--Maskeni tak! Diye uyardı. Uyarıya tepkim sert oldu.
--Takmıyorum, beni buradan çıkarın, yoksa firar edeceğim. Diye tehdit ettim. 
Hemşire, benim tehditlime aldırmadan geldi, maskeyi burnuma taktı. 
--Bak böyle yaparsan ellerini bağlarız, haberin olsun. Dedi gitti. 
Firar edecekmişim, söylediğim söze kendim de inanamadım. Çıplak vaziyetteyim. Yanımda elbise yok, ayakkabı yok. Her şey bir yana yataktan kalkmak bile büyük mesele.
Ertesi gün olsa gerek, iki hemşire geldi. Tansiyonumu, şekerimi, oksijen durumunu ölçtüler.  Biri diğerine;
--Hani bunun ellerini bağlayacaktık, bağlamıyor muyuz?
Baktım, iş ciddi. Öbürü soruyu cevaplamadan araya girdim.
--Ben onu öylesine söylemiştim. Yapar mıyım öyle bir şey. Sizi üzdüysem özür dilerim. Dedim.
--Tamam, anlaştık. Dedi birisi. 
O günden sonra kadere razı olup sesimi çıkarmadım. Bazen cihazlardan sinir bozucu sesler geliyordu. Koridorda gelip geçen görevlilere bağırıp çağırdığım halde duymazlıktan gelip geçip gidiyorlardı. Hâlbuki sesi benim kadar onların da duyduğumdan emindim.  Bu sinir bozucu sese niye katlanıyorlardı, anlam veremedim. Yapılacak iş cihazın yanına gelip düğmeye basmaktan ibaret. Bu kadar basit bir çözüm için kimse kapıyı açıp içeri girmiyordu.
Değişik zamanlarda gelen görevliler altımın üstümün temizliğini yapıyorlardı. Tiksinmeden, yüksünmeden vücudumu o yana bu yana evirip çevirerek ıslak bezle silip kuruluyorlardı. Garibime giden, bu işi kadın ve erkeğin beraber yapmaları. Bir de ellerinin içiyle sırtıma vuruyorlardı. Yaptıkları hizmet, gösterilen ilgiden dolayı kendilerine ve hastane yönetimine teşekkür ederim.
Hemşirenin eylülün biri dediği günden sonra kaç gün geçti bilmiyorum. Aynı soruyu bir daha kimseye sormadım, soramadım. Bazen saati soruyordum. " sabahın sekizi, gecenin onu" gibi yanıtlar alıyordum. Işıkların şakırdayarak ortalığı aydınlattığı bir saatte tansiyon ve şekerimi ölçmeye gelen hemşire;
--Salim Amca, büyük bir ihtimalle yarın seni çıkaracaklar.
--Hay ağzın bal yesin, ne güzel bir haber. Dedim.
Yarını merakla bekler oldum. Yarın ne zaman olacak? Gözüm sensörlü cam kapıda bekliyordum. Sabah saatleri olsa gerek, iyi muhabbet ettiğimiz bir hemşire, sensörlü kapıyı açarak güler yüzüyle: 
--Gözün aydın Salim Amca, bu gün taburcusun. Benim nöbetim bitti, ben gidiyorum. Sana geçmiş olsun.
--Teşekkür ederim hemşire hanım. Bana çok iyi baktınız, hakkınızı helal edin.
--Helal olsun, biz görevimizi yaptık. 
--Allah sizlerin yardımcısı olsun. Allah'a emanet olun. Dedim, el sallayıp ayrıldı.
Bu haberden sonra dört gözle çıkış saatini beklemeye başladım. Nihayet beklenen saat geldi. Bir erkek, bir bayan görevli geldi.
--Hadi bakalım Salim Amca gidiyoruz. Dediler. Karyolanın üstüne naylondan bir kafes geçirdiler. İkisi yatağın iki yanından tutarak sürmeye başladılar. Asansörden dışarı çıktığımızda uzun boylu genç birisi;
--Ben buradayım. Dedi.
Sesin kim olduğunu anlamaya fırsat bulamadan yanından geçtik. Erkek olan refakatçi;
--Oğlunu gördün mü? Dedi.
--Bakamadım ki, hemen geçtiniz, dedim.
 Oğlumun doktor arkadaşının torpili ile özel bir odaya aldılar. Yanımda kimse yoktu. Yatar yatmaz başucumdaki tablodan burnuma oksijen, koluma bir şeyler bağladılar. Yattığım yerden de olsa pencereyi görebildiğim için Allah'a şükrettim. Tuvalet, banyo vardı ama ben yatağa mahkûmdum. Televizyonum vardı, ona da ayrı sevindim. Yoğun bakımdaki günlük bir bardak çorbadan sonra ilk defa tabldot yemek verdiler. Yoğun bakımda olduğu gibi her gün kolumdan kan alınıyor, tansiyon, şeker ve oksijen miktarı ölçülüyordu.
Üçüncü günün gecesi bayan bir görevli geldi,
--Salim Amca seni başka bir odaya alacağız.
--Hayrola, neden?
--Buraya başka birisi gelecek. Dedi yatağın başucuna geçti.
--Desene torpilli birisi gelecek.
Görevli söylediğim sözü duymazlıktan geldi. Panodaki bağlantıları çekti, yatağı sürmeye başladı. Dört beş oda sonra içeride hasta olan odanın pencere kenarına yatağımı yerleştirdi. Başucumdaki tablodan gerekli bağlantılar yapıldı. Ben hala yatağa mahkûmdum. Yanımdaki, ayakta gezip dolaşıyor. Çok konuşkan birsi değil. Sağ olsun gelen yemekleri masama getiriyordu. 14 gün evde kalmış, iyileşmeyince hastaneye kaldırmışlar. Buraya geleli de 8 gün olduğunu söyledi. Günleri sayarken bendeki jeton düştü.
Yoğun bakımdayken 10 Ağustosta hastaneye yattığımı sanıyordum. Hâlbuki 24 Ağustosta telefon operatörümü değiştirmek için çarşıya gitmiştim. Telefon olayından 3-4 gün sonra özel hastaneye, oradan da devlet hastanesine gitmiştik. Bu hesaba göre ancak 28 Ağustosta yoğun bakıma yatmış oluyorum. Hal böyle iken 10 Ağustos tarihi nereden nasıl hafızama yerleşmiş, bilemiyorum. Bu Corana denilen virüs, hafıza kaybına da mı neden oluyordu. Bu olayı düşünerek hafızamı yoklamaya çalıştım, başka bir kopukluğa rastlamadım. Servise geldiğimde kolumdaki banda 7. 9. 2020 tarihini yazmışlar. Demek ki,  yoğun bakımda 10 gün kalmışım.  Bu tespitten sonra bir hayli rahatladım.
İki gün sonra doktor geldi, halimi hatırımı sordu. Sondayı çıkarttırdı. İki tane ördek verdiler. İhtiyacımı ona yapabileceğimi söyledi. Onu da kullanamadım, pijamamı kirlettim. Yeni pijama getirip üzerimi değiştirdiler. Artık yürümek istiyordum lakin bırakın yürümeyi ayakta bile duramıyordum. Yürümek için evden yürüteç getirttim.
Görevlinin desteğinde yürüteçle tuvalete gittim. 19 gün sonra aynaya bakabildim. O güne kadar bıyık bile bırakmadığım yüzümün sakal bıyıkla kaplanmış olduğunu gördüm. Bir hafta sonra yanımdaki hasta taburcu oldu. Yine tek başıma kaldım diye sevinirken üç gün sonra gece yarısı bir bayan görevli geldi.
--Seni başka odaya alacağız. 
--Haydaaa! Ben buraya başka bir odadan geldim. Hep ben mi yer değiştireceğim? Sevkiyat var denilince ilk akla gelen neden hep ben oluyorum? Hem de gece yarısı.
Görevli bayan, beni dinlerken eşyalarımı toplayıp yatağımın üzerine attı.
--Orasını ben bilmemem. Bize, getir derler getirir, götür derler götürürüz. Dedi yatağı sürmeye başladı.
--Yapmayın. Dediysem de dinlemedi, sürmeye devam etti. Hemen yan odanın kapısından içeri girmekte iken hasta yatağını gören 30- 35 yaşlarında bir delikanlı yatağından fırladı.
--Ben corana hastasıyım. Hastalığımın bir başkasına bulaşmasını istemiyorum. Bu yüzden kimseyle aynı odada kalamam. Ben gider koridorda yatarım, diyerek eşyalarını toplamaya başladı. Eşyalarını toplarken en acı olanı, yürek burkan sözü söyledi." Geçen hafta babam burada öldü, benim acım bana yetiyor, birde başkasının derdini çekemem." Dedi.
Delikanlı, eşyalarını taşırken beni getiren bayan, olayları görmezden, duymazdan gelerek yatağımı yerleştirdi. Eşyalarımı dolaba koydu. Başucumdaki panodan oksijen bağladı.
Delikanlının sesine hemşeriler geldi.  
--Yapmayın    beyefendi, bu yaptığınız kurallara aykırı. Durumu başhekime bildirmek zorunda bırakmayın bizi.
Delikanlı, eşyalarını toplayıp odayı terk etmişti. Sesi dışarıdan geliyordu.
--Kime şikâyet ederseniz edin, umurumda değil. Torpilli birisini getirip hastaları huzursuz ediyorsunuz. Madem beni yerimden ettiniz, ben de koridorda yatacağım. 
Epey bir bağrışmadan sonra sesler kesildi.    Sabaha kadar yarı uyur, yarı uyanık bekledim. "Hadi sevkiyat var, gidiyoruz." Demelerini bekledim. Her zaman olduğu gibi sabah erkenden kan almaya gelen hemşireye sordum.
--Buradan giden hasta ne oldu, hala koridorda mı?
--Senin odaya geçti.
--Desene odaları değişmiş olduk.
--Biraz öyle oldu. Bu oda seninkinden güzel.     
--Aman hemşire hanım, güzel olsa ne, kötü olsa ne? Satın alacak değilim. Ben bir an önce eve gitmek istiyorum. Dedim.
Biraz kendime gelmiş, yürüteç kullanmadan lavaboya gidebiliyordum. Doktor ve hemşirelerin yorumları da moralimi yükseltiyordu.  Olumlu havaya rağmen yine bir gece yarısı "sevkiyat var." Demelerinden korkuyordum. Korktuğum başıma gelmedi. Beşinci gün sonu 24 günde 18 kg kaybıyla taburcu oldum. Beni bu badireden kurtaran Allah'a hamd-ı senalar olsun. 
Hastalar için canla başla çalışan başta doktorlar ve sağlık personeline yürekten teşekkürlerimi sunarım. Allah onlara güç kuvvet, hastalara acil şifalar versin.