YÜZBAŞI ABDURRAHMAN
11 Haziran 1915 günü. Bir gün evvel düşmanın Karapınar doğusundaki mevzimize yaptığı saldırı üzerine, 82. Alay 2800 rakımlı Hüseyin Bey Tepesi’ne daha geceden yerleşmişti. Düşmanın kudurmuş sürülerine karşı, yalın kat siperler içinde savunmak zorunda kalan alay, bir avuç kuvveti ile korkmadan kendisinden beş misli üstün düşmana karşı yarının zaferini bekliyorlardı.
Alay 10/11 Haziran gecesini göklere doğru uzanan korkunç zirvesiyle, insana ürperme veren derin uçurumuyla kartallar yuvası olan bu tepede geçirmişti.  Haziran ayı olmasına rağmen, tepelerde kar vardı. Hava eksi 20 derece, ne barınacak bir çatı veya çadır ne örtünecek battaniye nede yeterli yiyecek var. Buna rağmen, geceleri tahkimatla, gündüzleri muharebede yorgun düşen erlerimiz, son takatlerine kadar ellerinden tüfeklerini bırakmıyorlardı. Onlar bundan çok daha kötü günler yaşamışlardı. Allahü Ekber Dağları’nı, Şubat ayında bütün yokluğa rağmen aştılar. Hayvanların çekemedikleri topları, kendileri çekerek bu korkunç dağlardan aşırdılar. Geriden bir lokma yiyecek gelmiyor, açlık, sefalet ve bütün zor şartlara rağmen ilerliyorlardı. Bu savaşa katılmış olanlar bilir. Bir tarafta kırılmış toplar, atılmış cephane sandıkları, diğer taraftan açlıktan ağaç kabuklarını kemiren zayıflamış hayvanlar, soğuktan ayakları donduğu halde silahlarını atmayıp, kayışlarından boyuna takmış sürünen ve melül bakışlarında ıstırabın acı ifadesi okunan mert yürekli Mehmetçikler.  Ötede, beride soğuk yüzlü karlar üzerinde inleyen hasta ve yaralılar. Henüz kanları kurumamış şehitler yürekleri yakan bu manzaranın acılıkları ile Sarıkamış'a kendilerine verilen hedefe gittiler.
11 Haziran sabahı güneş, bu vahşi dağların yegâne süsü üzerinde kar bulunan zirveleri devirerek yükseliyor. Mehmetçikler gecenin soğuğundan yeni kurtulmuşlar, güneşin ışıkları ile ısınmaya başlamışlardı. Bugünde düşman saldırısı bekleniyordu. Ortalık aydınlandıkça, yılan soğukluğu ile ilerideki kayalıklardan düşmanın gelişi görülüyordu. Bir süre sonra ıssız vadileri inleten sert gümbürtüler, kartalları kaçıran sesleri ile düşman topçusunun ateşi başladı. Patlayan her mermi, bir kaya parçasını kül ederek parçalıyor, toprakla taştan oluşan siyah bir siklon havaya yükseliyor, bu şekilde vadilere sığınan düşmanlara saldırı yolu hazırlanıyordu. Bu şimşek yağmurunda, siperlerinde bulunan Mehmetler toprağa gömülüyor, yaralanıyor, şehit düşüyordu. Fakat mevzilerinde karşı koymaya devam ediyorlardı. Her göğüs kinle kabarmış, çehreler intikam hırsıyla kasılmış, gözlerde nefret, düşmana saldırmak sırasını bekliyorlardı.
Alay, dikkatle yaptığı ateşler sayesinde, düşman alaylarından birini vadiye sermiş, düşman saflarında karışıklıklar baş göstermeye başlamıştı. Bu sırada uzun boylu, aslan yapılı bir yüzbaşı, düşmanın bu karışıklığını bozguna uğratmak için siperden ileri fırladı. Güneşten kararan dolgun çehresine, dik kaşları, siyah ve uzun bıyıkları heybet veriyordu. Gözleri ateş saçıyor, zafer için çarpan kalbi ve şahlanan cesaretiyle heyecanla ölüme atılıyordu. Bu kahraman Yüzbaşı Abdurrahman'dı.
Şiddetli bir azim ve kuvvetli bir iman, ölümle kucaklaşmış bu kahraman subayın bütün varlığını kaplamıştı. Elindeki tabancası ile düşmanı göstererek ıssız dağlarda davudi sesiyle bağırdı. İleri… Bölüğü ile şimşek gibi düşmanın üzerine atıldı. Bu sırada düşman çakal sürüsü gibi kaçmaya başladı. Ne çareki tehlikenin büyüklüğünü hisseden düşman, bozguna engel olmak için, dört taburluk yeni bir alayı karşı saldırıya geçirdi. Öldürücü ateşi bölük üzerine çevirdi. Bu sırada düşman mermisi, bölüğün önünde ilerleyen kahraman yüzbaşının bacağına isabet etti. 200 Er kuvvetindeki bölük; 24 saatten beri aç ve uzun muharebenin verdiği yorgunluk ile kuvveti tükenmiş olduğundan yavaş yavaş gerilemeye başladı. Bu sahneyi gören yaralı aslan, bacağının ıstırabını unuttu. Yerden kaldıramadığı vücudunu sürüyerek, çekilen bölüğünü karşı koydurmaya uğraştı. Fakat iş işten geçmişti. Düşman taarruzu; önündeki her şeyi yıkarak istilaya başlamıştı. Artık durmak imkânsızdı. Yüzbaşı için değil yürümek, kımıldamak bile mümkün değildi. Bu sırada yiğit bir çavuş ileri atılarak, yüzbaşısını bir kâğıt hafifliği ile omuzladı. Yağan mermi yağmuru arasında, koşarak Yüşbaşıyı kurtarmaya çalıştı. Elli metre gitmişlerdi ki, yanındaki tepenin arkasından çıkan bir düşman subay:
- "Yüzbaşı gitme, yaralısın, teslim ol!" diye bağırdı. 
Yüzlerce namlu üzerlerine çevrilmiş, yüzlerce düşman askeri üzerlerine atılmaya hazırdı. Yaralı aslan düşmanı sindiren gür sesiyle:
- "Türk subayı esir olmaz, şehit olur." cevabını verdi. Şaşkın duran Salih Çavuşa 
- "Haydi, Salih daha çabuk yürü." dedi.
Düşman, aciz sandığı bu yaralı karşısında bir an şaşırdı ve yüzlerce namlu dağların bu namlı kartalına çevrildi. Yüzlerce mermi attılar, yüzbaşı birkaç yerinden daha yaralanmıştı. Buna rağmen üç defa tekrarlanan teslim ol teklifini, reddettiler.
Yüzbaşı bağırıyor: "Ne duruyorsunuz alçaklar? Esir mi almak istiyorsunuz? İşte size iki ceset parçalayın köpekler."
Bir köpek sürüsü kadar adi, bir hayvan kadar vahşi olan bu insanlık fukaraları, ecelle savaşan bu kahramanlar üzerine süngüleri ile saldırdılar. Ne Abdurrahman Yüzbaşı, nede Salih bir tek söz, bir tek ah bile demeden süngü altında can verirken, kartallar yuvasından bu olayı seyreden alay, Allah’ın ulu adıyla inlettiği vadileri sarsarak korkunç bir çığ gibi çakal sürüleri üzerine atıldı. Düşman mağlup ve perişan olmuştu. Hiçbir yerde tutunamıyor, binlerce ceset bırakarak kaçıyordu. Akşam olmuştu. Bu ıssız dağların akşamı tepelere çökerken, Abdurrahman Yüzbaşı ve Salih Çavuş, bölüğünün elleri üzerinde, uğrunda can verdikleri toprağa, 82. Alay’ın mihrabına doğru bütün alayın gözyaşları arasında gidiyorlardı.