Nazım Hikmet; güzel günler görmeyi, güneşe gülümsemeyi öğreten Türk şairimiz. Sınırsız ve sınıfsız bir kardeş sofrasına oturmayı düşleyen; dünyanın acılarını, dertlerini kendi yüreğinde duyan ve bu fikirleri uğurunda hayatını sürgünlerle, hapislerle, sıla özlemleriyle geçiren, usta bir kalem. Bugün, bu 20. yüzyıl şairimizin 119. Doğum günü. Ben de elimden geldiğince onun bu çalkantılı hayatını yorumlamaya çalışacağım.
15 Ocak 1902 tarihinde, Selanik'te dünyaya geldi Nazım. Paşa dedesinden Mevlevi Deyişlerini, ressam annesinden Fransız klasiklerini öğrenmişti. Vatan sevdasının kıvılcımları, hayli genç yaşta düşmüştü kalemine. Daha 11 yaşındayken, Osmanlı'nın balkan savaşları yenilgisi üzerine "Feryad-ı vatan" şiirini yazmıştı Nazım. 23 yaşındaki dayısını, Çanakkale Savaşı'nda kaybetmesi; onu derinden etkilemişti. Öyle ya, "Şehit Dayıma" şiirini yazdığında, sadece 13 yaşındaydı. Genç şairin şiirlerinin ardı arkası kesilmedi. Cemal Paşa, Nazım'ın yazmış olduğu "Bir Bahriyenin Ağzından" şiirinden hayli etkilenmişti ve Nazım'ın  denizci olmasını istemişti. Nazım da, bu fikre sıcak bakmış ve Harbiye Mektebi'ne yazılmıştı. Lise son sınıfa gittiği dönemde, bir gece nöbeti esnasında zatürreye yakalanmıştı. Bu da, askerlik kariyerinin başladığı gibi bitmesi anlamına gelmiş, çürüğe ayrılmıştı. Askeriyeden ayrılmak zorunda kalınca kendini iyice şiire vermişti Nazım. Yıl 1921'de, Yunan askerleri Beyoğlu'nu işgal etmişti. Beyoğlu'ndaki küçük bir camii olan Ağa Camii'nin üzerine kocaman bir Yunan bayrağı çekilmişti. Bayrağı görünce hayrete düşen Nazım, yetkililere görünmeden Caminin tepesine çıkmış, bayrağı yırtmış ve "Ağa Camii" şiirini yazmıştı. "Havsalam almıyordu bu hazin hali önce/Ah, ey zavallı cami, seni böyle görünce." diyordu bu şiirinde. Tüm bu olaylardan sonra Nazım Hikmet; daha fazla duramamış ve milli mücadeleye katılmak istemişti. Atatürk'e silah kaçıran gizli bir örgütle konuşmuş ve sonrasında Sirkeci Rıhtımından kalkan bir vapura atlamıştı. Cepheye, dayısının yardımına koşamayacak kadar küçük olan Nazım; artık Atatürk'e koşacak kadar büyümüştü. Bunu "İstanbul'un denizinin dibinde; kefalden, uskumrudan, torikten çok denizaltı olması umurumda değil. Anadolu'ya gidiyorum, Mustafa Kemal Paşa'ya!" diyerek anlatmıştı Nazım. Aralarında uzun bir diyalog geçmese de, Mustafa Kemal'le tanışma fırsatı bulmuştu.
Anadolu'da geçirdiği günlerde, halkın ve işçilerin ne denli yoksulluk çektiğini fark etmişti Nazım. Ve bu durum, Marksizm'le tanışmasının öncüsü olmuştu. Cephede kendisine görev verilmesini beklese de, bu olmayınca Bolu'ya öğretmen olarak atanmıştı. Aynı yılın-1921 yılının-Eylül ayındaysa Batum üzerinden Moskova'ya geçmişti. Burada, Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi'nde iktisat ve siyaset bilimi okuyan Nazım, burada tanıştığı kişilerden ve dönemin Rusya'sından da etkilenerek Komünizmi benimsedi. Moskova'da geçen yıllarında çeviriler yaparak geçimini sağlayan Nazım; 1924 yılında, Cumhuriyet'le yönetilmeye başlanmış Türkiye'ye döndüğünde, Aydınlık dergisinde yazmaya başlamıştı. Lakin yazıları ve şiirleri yüzünden 15 yıl hapsi istendiğinde, tekrardan Moskova'ya dönmesi gerekmişti. Bir kez daha ülkesinden ayrı kalan Nazım, "Memleketim, memleketim, memleketim /Ne kasketim kaldı, senin ora işi /Ne yollarını taşımış ayakkabım /Son mintanın da sırtımda paralandı çoktan, sile bezindendi /Sen şimdi yalnız saçımın akında, enfarktında yüreğimin, alnımın çizgilerindesin /Memleketim, memleketim, memleketim..." dizeleriyle ülkesine duyduğu sıla özlemini haykırmıştı.
1928 yılında yayımlanan bir af yasasından faydalanarak ülkesine döndü Nazım. Ama işler pek de istediği gibi gitmemiş, yıllardır özlemini duyduğu memleketine adımını atar atmaz tutuklanmıştı. Bu dönemde maddi durumu epey kötüydü, nasıl iyi olabilirdi ki? Bir hapse atılıyor, bir beraat ediyordu; bir sürgün ediliyor, bir serbest bırakılıyordu. Her ne kadar, "Yaşamak şakaya gelmez/ Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın/ Bir sincap gibi mesela/ Yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden/ Yani bütün işin gücün yaşamak olacak." dese de Nazım, yaşamasına izin verilmiyordu bir türlü. Aradan bir süre sonra, serbest bırakıldı Nazım. Tabi hala tam anlamıyla özgürlüğüne kavuşamamış, sürekli takip edildiği anlamıştı. Bir gün, yanına subay kıyafetli biri geldi ve "Ben Ömer Deniz, harp okulu öğrencisiyim; ben ve arkadaşlarım sizin büyük hayranınızız," dedi. Bir askerin kendisine bu denli yakınlık göstermesine şaşırmış, bilhassa kuşkulanmıştı Nazım. Teşekkür ederek işleri olduğunu söylese de, Ömer pes etmemiş, "Fikirlerinizi daha detaylı öğrenmek istiyoruz," demişti. Tabi Nazım güvenememiş, hatta polisi arayıp "Ben işimi gücümü yapıyorum, asker kılıklı polisleri gönderip beni takip etmeyin!" demişti. Olayın üzerinden günler geçmesine karşın, Ömer pes etmemişti. Bir yolunu bulmuş ve Nazım'ın evine gitmişti. Artık polisin evine kadar geldiğini düşünen Nazım, küplere binerek evinde ne aradığını sordu. "Subay gidince erlere ne öğreteceğiz? Lütfen yardım edin," dedi Ömer. Nazım, bu soru karşısında daha da sinirlenmişti. "Anayasanızda ne yazıyorsa onu öğretin, özellikle de Atatürk'ün altı ilkesini," diyerek yanıtlamış ve Ömer'i evinden göndermişti. O günden sonra, askeriyede bir arama yapıldı. Aramada askerlerin dolaplarından Nazım Hikmet kitapları çıkmış, bazı askerlerin yataklarının altındansa Stalin'in hayatı, Puşkin'in hayatı gibi kitaplar bulunmuştu. Soruşturmayı yürüten polisler; Nazım'ın, askeri galeyana getirdiğini ileri sürdü. Onlara göre, Ömer Deniz'in yakın zamanda Nazım'ın evine gitme nedeni de buydu. Bu olay neticesinde, Harp okulu öğrencilerini örgütlemek ve darbe yapmak suçuyla gözaltına alındı Nazım. "Komünist olmam; Mustafa Kemal Paşa'ya saygı duymama, anayasadaki altı ilkeye sahip çıkmama mani değildir." dese de, kimse dinlememişti usta şairi. 15 yıl hapsine karar kılınmıştı. Ulusal Kurtuluş Savaşı için Türk dilinde yazılan en güzel destanlardan birini kaleme almış bir şair için, komik denecek bir suçlamaydı bu. Nazım; en güzel şiirlerini, demir parmaklıkların ardımdayken kaleme almıştı. Ama yine de suçsuz yere hapis yatmayı yediremiyordu kendisine. Bu yüzden Atatürk'e bir mektup yazdı. Bu mektubunda şunları söylüyordu usta şair:
"Cumhur Reisi Atatürk'ün yüksek katına; Türk ordusunu 'isyana teşvik' ettiğim iddiasıyla 'on beş yıl' ağır hapis cezasına çarptırıldım. Şimdi de, Türk donanmasını 'isyana teşvik' etmekle suçlanıyorum. Türk inkılabına ve senin adına and içerim ki suçsuzum. Askeri isyana teşvik etmedim... Deli, serseri, mürteci, satılmış, inkılap ve yurt haini değilim ki bunu bir an olsun düşünebileyim. Askeri isyana teşvik etmedim. Senin eserine ve sana, aziz olan Türk dilinin inanmış bir şairiyim. Sırtıma yüklenen ve yükletilebilecek hapis yıllarını taşıyabilecek kadar sabırlı olabilirim. Büyük işlerinin arasında seni bir Türk şairinin felaketi ile alakalandırmak istemezdim. Bağışla beni. Seni bir an kendimle meşgul ettimse, alnıma vurulmak istenen bu 'inkılap askerini isyana teşvik' damgasının ancak senin ellerinle silinebileceğine inandığımdandır. Başvurabileceğim en inkılapçı baş sensin. Kemalizm'den ve senden adalet istiyorum. Türk inkılabına ve senin başına and içerim ki suçsuzum."
Nazım bu mektubu gönderdikten 3 ay sonra, Mustafa Kemal Atatürk hayatını kaybetmişti. Daha öncesinde de epey hasta olan Atatürk, Nazım'ın bu mektubunu ve bu adaleti isteyen haykırışlarını asla duyamamıştı. Nazım; bu olaydan sonra sırasıyla İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde 12 yıldan fazla bir süre hapis yattı. Artık insanlar; onun eserlerini okumaya, onunla ilgili konuşmaya korkar olmuşlardı. Bunca yıl, suçsuz yere hapis yatmak ağır gelmişti Nazım'a. Bu nedenle 8 Nisan 1950'de "Millete verdiğim açık dilekçeye, canımı pul yerine kullanıyorum," diyerek açlık grevine başlamıştı. Bu, Türkiye'nin ilk açlık greviydi. Bu açlık grevine, dışarıdan dahil olan dönemin aydınları ve annesi Cemile Hanım'ın başlattığı imza kampanyaları neticesinde 1950 yılında çıkarılan bir af yasası ile serbest kalmıştı Nazım. Serbest kalmasına rağmen takip ediliyor ve sık sık tehdit mektupları alıyordu. Çürüğe alındığı halde, devletin ona verdiği iki rapor yok sayılarak 48 yaşında tekrardan askere çağırıldı Nazım. Üstelik o dönemde kalp hastasıydı, yani askere gitmesi onun için bir intihar niteliğindeydi. O da; bir gece ansızın iki buçuk aylık çocuğunu ve çiçeği burnunda eşini bırakıp bir daha dönmemek üzere ayrıldı memleketinden. Ve bu dönemde, usta şaire bir darbe daha geldi. 25 Temmuz 1951 meclis kararıyla, Türkiye vatandaşlığından çıkartılmıştı Nazım. Yıllar boyunca hasret kaldığı memleketinin bir vatandaşı bile değildi artık. 
Asya ve Afrika Yazarlar Birliği Kongresine katıldı lakin Türk delegesi sayılmasına izin verilmedi. Nazım da çok etkili bir konuşma yapıp başkanlığa layık görüldü. Fransa, Küba, Mısır gibi bir çok ülkeye gidip konferanslar verdi Nazım. Şiirleri elliye yakın dile çevrildi. Artık o, bir dünya şairiydi. Her ne kadar 20. yüzyılın parmakla gösterilen şairlerinden olsa da, bir ülkesi sessiz kalmıştı bu başarılarına. Nazım da bu durumu, "Yazılarım otuz-kırk dile çevrilir, Türkiye'mde Türkçemle yasak!" diyerek açıklamıştı. 
Tarih, 3 Haziran 1963'ü gösterdiğinde kalp krizinden hayatını kaybetti Nazım. Her ne kadar "Vasiyet" adlı şiirinde, "Yoldaşlar, Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni/ Ve de uyarına gelirse/ Tepemde bir de çınar olursa/ Taş maş da istemez hani..." diyor olsa da, yıllardır hasretini çektiği memleketinde bir mezar çok görülür üstada. Kendisi şu an, Moskova da bir mezarlıkta yatıyor. Üzerindeyse, Abidin Dino'nun resmettiği "Rüzgara Karşı Yürüyen Adam" figürü var. Çünkü kendisi; emekçiler için, çalışıp da hakkını alamayanlar için, sürekli sömürülenler için; rüzgara, yani zorluklara karşı yürümüş bir adam. Ve bu usta şairin destansı hayatını kaleme aldığım bu yazımı, onun şu dizeleriyle sonlandırmak istiyorum;
  "Rüzgara karşı yürüyorum/ Yamalı caddelerinde bu şehrin/ Düşümde gülüşü deniz mavisi çocuklar/ Bir memleket var düşümde dostlar/ Sahibi çocuk suratlı adamlar/Bir memleket var düşümde bu akşam/ Sahiden özlenilen bir diyar/ Ben bir başıma bir deli/ Ben sanki bin yaşında bir deli/ Bir memleket düşledim ki sormayın/ Her yanı gülden kemerli..."