“Asla dönmeyi, insanı yaratan, özlerini huzurunda toplayan, şuur verip onlarla konuşan, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim’ diye soran, ‘Evet Rabbimizsin’ diye cevap verdiğimiz, bu sözleşmeyi ruhumuza işleyen, sonra binlerce hikmetle insana dünya hayatını uygun gören…” varlığın huzuruna geri dönmek diye anlarsak, ölümle asla dönüş herkesin nasibidir, kaderidir; yaşarken -ölmedenölmek ve asla rücu etmek ise bu maksatla yola düşen ve emek çekenlerin nasibi olur.

Bu yazıda daha farklı bir asla dönüşten söz etmek istiyorum ki, bu dönüşe başlık olarak “evli evine köylü köyüne” desem daha uygun olurdu.

Bizim bir akrabamız vardı, bir köyde yaşardı, çok güçlü, çok çalışkan, tükenme bilmez enerji sahibi bir genç idi. Tarlalar ekti, bol tahıllar kaldırdı, yedi, içti, sattı, ihtiyaçlarına harcadı. Bağ dikti, üzüm yedi, pekmez yedi, yedirdi. Arı besledi bal aldı, yedi ve yedirdi. Süt veren hayvanları vardı, en temiz ve doğal süt ürünlerini elde etti, yedi, içti, yedirdi içirdi. Artık ona köyünde “ağa” denebilirdi; insanları köle gibi kullanan ağa değil, misafir ağırlayan, ikram eden manasında ağa.

Gerektikçe şehre gelir, teyzesinde misafir olur, işi bitince, cenneti hatıra getiren yuvasına dönerdi.

Derken bir zaman aklına “bir şehir sevdası” düştü. Niçin diye soranlara verdiği cevap tatminkâr değildi, ama kararı karardı; davulun sesi uzaktan hoş gelmişti!

Köyde nesi var nesi yok ucuz pahalı sattı, satamadıklarını (birkaç parça tarlayı, ortak eken olmadığı için) boş bıraktı. Şehirden, bütün parasıyla bahçeli bir eski ev satın aldı.

Neyle geçinecekti?

Burası, onun sultan olduğu ülkeye benzemiyordu. Başını her taşa vurduktan sonra “sultan”, bir çeşit köleliğe razı olup bir doktorun özel muayenehanesinde hizmetli oldu. Her hizmeti görüyor, bu arada hastaların atılması gereken şeylerini de toplayıp uygun yerlerine atıyordu…

Bilmem ki, pişmanlık mı vurdu onu, hastaların atıklarından mikrop mu kaptı, tahtından inip bir çeşit köle olmasını mı nefsine yediremedi… derken hastalandı, bir süre perişan günler yaşadı, ölüp gitti.

Şimdi, köylerinde fiilen veya imkân olarak sultan nicelerine bakıyorum, bir şehir sevdasına kapılıp bizim akrabanınkine benzer bir maceraya atılıyor, şehre gelip bir gecekonduya veya varoşa yerleşiyor, şehrin sahte, büyülü, alına moruna kapılıp sözde yaşıyor, en ağır veya derecesi düşük işlerde en az parayla çalışıyorlar. Çalışırken de, emekli olunca da aldıkları ücret köydeki refahın eşiğine yetişmiyor, ağlıyor, sızlıyorlar.

İşin garibi mi değil mi dersiniz; şehirliler de nefes almak ve yaşadığını anlamak için kendilerini köylere atıyorlar.

Ne demek istiyorum?

Köyde daha iyi geçinecek kadar veya daha fazlasını elde etme imkânı olanlar köylerine (asla) dönseler, gittikçe altın değerini kazanmakta olan çeşitli ürünleri kooperatifler kurarak ve bütünleşmiş topraklarda, bilim ve teknolojik yardım alarak yetiştirseler, şehirde olan her iyi şeyin köylerde de olduğu, kötü olan birçok şeyin ise şehirlerde bırakılabileceği günümüzde, bir başka mutlu hayat yaşasalar ve yaşatsalar nasıl olur, daha iyi olmaz mı, bu asla dönüşün zamanı gelmedi mi?

Peki, tedavi var, öğretim var?

Tedavi için şehirlerde oturanların da mahallelerinde hastane yok. Şehirde olan da yetmiyor çevredeki daha büyüklerine gidiyorlar. Sağlık ocakları ve gezici sağlık ekipleri her zaman her yarda mümkün.

Okul ve öğretim konusu zaten bütün Türkiye için önde gelen mesele.

Gençler üniversitelerin önünde yığılmış durumdalar; talih çeker gibi fakülte çekiyor, girip mezun oluyor sonra da okudukları alanla hiç alakası olmayan işlerde -onu da bulabilirlerse- çalışıyorlar. Bir levha asmak için evin duvarına çivi çakmayı da bilmiyorlar. Fabrikalar, atölyeler, ziraat sektörü… kalifiye ara elemana, teknisyene ihtiyaç içinde, arıyor bulamıyorlar.

Köyünde, bölgesinde istediği okul yoksa köylerde oturan vatandaşlar, üçü beşi şehirde bir ev kiralayıp ağabey kardeş dayanışması içinde çocuklarını pekâlâ şehirlerde okutabilirler. Şehirlerde oturanların da çocukları daha çok başka şehirlerdeki okullarda okuyorlar.

Bektaşi’ye “Niçin namaz kılmıyorsun” diye sormuşlar da “İstemek şart” demiş.