Vakti zamanında bir nahiyenin eşrafından birisinin cemiyeti varmış. Davetliler arasında doğal olarak bürokratlar ve eşraf yer almış. Bölgenin sevilip sayılan âlimlerinden Nasreddin Hoca da davete iştirak etmiş. Protokolün en yüksek memuru eşrafla tanışıyor; kimdir, ne iş yapar diye soruyormuş biraz da ukala bir tavırla. Sıra Nasreddin Hoca'ya gelince sormuş, "sen kimsin?" diye, hoca da  "hiç, hiç kimseyim" demiş. Ahaliden hocayı tanıyanlar, biraz şaşırsa da, bürokrat adam dudak bükerek önemsemez bir tavır takınmış. Bunu fark eden hoca, "peki, sen kimsin?" demiş. "Mutasarrıfım" diye cevap vermiş adam burnu havada, kibir ve gururla. Hoca  devam etmiş, "sonra ne olacaksın?"
"Vali"  demiş. "Daha sonra diye üstelemiş" hoca. "daha sonra vezir" demiş.  Hoca tekrar sormuş "daha sonra ne olacaksın?" "Bir ihtimalle sadrazam." "Peki, ondan sonra" diye tekrar sormuş hoca. "Artık gelinebilecek dünyalık makam kalmadı ki ondan sonra ne olayım hiç" diye cevaplamış adam.      
"Öyleyse daha ne kabarıyorsun be adam, bir hiç için mi?" diyerek devam etmiş hoca, "işte ben şimdi senin yıllar sonra gelebileceğin makamdayım."
**    
Dünden bu güne insanların pek çoğu makam ve mevki sahibi olmayı çok önemli bir başarı ve yüce bir değer zannederler. Bir büyüklenme, kendini diğer insanlardan üstün görme sebebi sayarlar. Bu nedenle sahip olmak için adeta can atarlar ve her şeylerini feda ederler. Öyle her şey ki içinde şahsiyetleri bile vardır.
Oysa eskiden makamlar istenmez, verilirdi.
Genelde makam sahibi oldukları sürece insanlara toplumda, büyük saygı ve ilgi gösterilir, gıpta ile bakılır. Dolaysıyla makam ve mevki sahibi olmanın albenisi/cazibesi daima vardır. Ne yazık ki bu durum, insanların makamlar/mevkiler için yarışmasına, didişmesine ve birbirlerini ezmesine yol açar. Hâlbuki ki makamlar ve mevkiler ne kadar uzun süreli işgal edilirse edilsin geçicidir ve sanıldığı kadar da iz bırakmazlar.
İz bırakan, vefa gören yöneticiler yok mu? Elbette vardır.
Yakın tarihimize, uzak tarihimize, hatta daha gerilere kadar gidersek olumlu ve olumsuz örneklerle karşılaşırız.
Daha beri gelirsek en basitinden en yükseğine kadar makamlar beklentilere dayalı olarak sahiplerini çoğu kere mutlu edebilir. Memnun da edebilir. Ancak makamların sorumluluğu düşünüldüğünde istenilerek gelinecek bir yerler olmasa gerek. Bununla birlikte buralar dolacak, birileri hizmet verecek, buralardan ürünler çıkacak.
Oraların sahipleri bu ürünlerine göre kendilerini değerlendirmek zorundalar. 
"Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş" yerine,
"Ne kendi eyledi rahat, ne halka verdi huzur,
Yıkıldı gitti cihandan, dayansın ehl-i kubur" dedirtmek de var işin sonunda.
Yazımızın başlığına dönelim.
Tasavvuf kültüründe "hiç"lik duygusu, insanın kendini tanıma aracı olarak kabul edilir. Tekkelerin girişinde "Edeb ya Hu" levhası, çıkışta da tam kapı üstünde koskoca puntolarla "Hiç" levhası bulunurmuş.
"Hiç" lik tasavvufta bir makam olsa da halk içinde Hak ile birlikte ve varlıkta yok olanları düşünerek inşa edilen bir hayat daha makbuldür sanki. Zira;
Dünya kadar mülkün olsa
Şeytan iter binbir hırsa
Servetlerin, mevkilerin
Bekçisiyiz, nemiz varsa
NOT: Şahsımla ilgili yer ve görev değişikliği oldu. Üç-beş ay gibi kısa beraberlikten sonra gördüğüm lüzum üzerine aralarından ayrıldığımız kadir-kıymet bilen dostlara selam olsun.