Doğa bir renk cümbüşü içindeydi. Saatlerce çevreyi izleyerek yolculuk ediyordu. Doğa, ilkbahardan kalma, yaz mevsiminin bütün güzelliklerini sergiliyordu. Bazen ileride bir köy olduğu yemyeşil kavaklıklar arasında sağa sola serpiştirilmiş evlerden anlaşılıyordu. Bazen de izlemeye doyamadığı doğa, tablolarda gördüğü renk cümbüşü içindeki resimleri andırıyordu. İlkokuldan itibaren resim derslerinde ne zaman resim yapın dense hemen yol kenarında ağaçlar içinde bir köy, köye doğru daralarak giden bir yol, uzakta dağlar arasında serpiştirilmiş evler, havada kuşlar ve asla unutmadığı gökyüzünün parçalı bulutlu halinde uçuşan kuşlar. Şimdi, sanki o çocukluğundan beri ezbere yaptığı resimlerin benzerlerini izleyerek gidiyordu.
Belli aralıklarla yolun kenarlarına dizilmiş telefon direklerini sayıyor. Aklına takılan başka bir konudan sonra saydığı rakamları unutuyor, yeniden saymaya devam ediyordu.
Çocukluğunda ilk kez ailecek Kayaş kaplıcalarına tatile gittiklerinde, otobüsün kenarında hep, hızla akıp giden ve bir türlü sonu gelmeyen telefon direklerini saymıştı. Sayıyor unutuyor, yeniden saymaya devam ediyordu. Kendi kendine diyordu ki, "insanlar bu kadar uzun yüzlerce kilometrelik mesafede direkleri nasıl dikmişti. Nasıl yapmışlardı acaba? Kaç kişiydiler? O yüksek tepelere o direkleri nasıl çıkarıp, nasıl kazdılar ve yerleştirdiler. Ne kadar zamanlarını aldı." diye düşünüyor ve saymaya devam ediyordu. Bunu ne kadar tekrarladığının farkında olmadan sıkılıyor ve yolu yara yara giden otobüsün her ilerleyişinde ortaya çıkan farklı doğa manzaralarını bazen hayret, bazen şaşkınlıkla izliyordu.
Uzakta görünen evleri kendi köyündeki evlere benzetiyor. O evlerde yaşayan insanları merak ediyordu. Nasıl bir köy acaba. Hayvancılık mı yapıyorlar, yoksa tarımla mı uğraşıyorlar? Merak içinde bunları düşünüp kendine göre cevaplar buluyordu. Güneş hafiften dağlar arasına gizlenip ışığını gökyüzüne çarptığında, gökyüzü kızıla boyanmış, değişik enteresan resimlere bürünmüştü. Güneş batarken gökyüzü eğer kızıla boyanırsa ertesi gün hava çok güzel ve sıcak olurmuş. Bunu çocukken nereden duymuştu bilmiyordu ama yarın havanın sıcak ve güzel olacağı belliydi. Otobüs dağ aralarında kıvrılarak yoluna devam ediyor, yolun engebesi otobüsü bir beşik gibi tatlı tatlı sallıyordu. Gözleri bir süre güneşin gökyüzüne yansıttığı şekilleri izlerken gözkapakları ağır ağır kapanıp uykuya daldı. 
Arada adamın horultusu ile uyanıyordu. Adam onca şeyi yiyip üzerine de bol bol sigara içmiş ve uyumuştu. Ağzı hafif açık, burnundan nefes alamıyor, hafif hırıltılar horlamaya dönüşüyordu. Uykunun ağırlığı horlamasını daha da artırıyor ve dayanılmaz bir inilti ortaya çıkıyordu. Uyur uyanık halde kafasından sanki her şey silinmiş sadece adamın horlamasına odaklanmıştı. Resmen adamın horultusunu dinliyordu. Her zaman yaptığı şeyi yine yapıyordu. Ne zaman uykuya dalacak olsa horlayan biri varsa, kafasından bütün düşünceler format atmış gibi silinir irade dışı horlama hırıltısını pür dikkat dinlemeye başlardı.
Gece yarısını geçmiş ve otobüs Ankara terminaline varmak üzereydi. Muavinin uyarısı ile yarı uyanık halinden uyandı. Adamın kafası yana doğru kaymış ağzı hafif açık horlamaya devam ediyordu. Muavin ışıkları yakmış herkesi uyandırmaya çalışıyor ama bizimki inatla horultulu uyumaya devam ediyordu. Bir süre sonra ağzını şapırdatarak uyandı. Uyanır uyanmaz da muavinden bir su istedi. Suyunu içti ve hemen geç kalmış gibi sigarasını yeniden yaktı. Uyananların çoğu da sigara yakmış ve otobüs yine ağır bir duman altında kalmıştı. 
Bir süre sonra otobüs terminale girdi. Yanındaki adam hayırlı teskereler dedi ve vedalaştılar. Valizini aldı ve hemen birisine sorarak Devrek yazıhanesini buldu. Biletini aldı ve hemen lavaboya gidip ihtiyaçlarını giderip elini yüzünü yıkadı. Yüzünü yıkayınca uykusuzluk sonucu gözünün içine batan, gözünü açmakta zorlandığı uyku halinden kurtuldu. Biraz kendine geldi.
Otobüsün hareket etmesine biraz süre vardı. Karnı acıkmıştı. Terminalde biraz dolaştı ve bir lokantaya girdi. Yemeklere baktı karnı daha da acıktı. Fakat bu tür yerlerde yemek yemeyi pek sevmiyordu. Hem pahalı oluyordu, hem de kaliteli olmuyordu. Bir mercimek çorbası aldı ve boş bir masaya oturdu. Masadaki naylona sarılı ekmekten aldı. Ekmek birkaç günlüktü ve bayatlamıştı. Aldırış etmedi, bayat ekmeklerle çorbayı iştahla yedi. Üzerine bolca su içip otobüse binmek üzere lokantadan çıktı. Bagajını verdi. Ne zaman yolculuk edecek olsa psikolojik bir tuvalet krizine girerdi. Otobüs kalkmadan son kez tuvalete gitmek için acele ile tuvalete gidip geldi. Otobüs kalkmadan o psikolojik travma yaşamaya başladı ve sanki karnı şişmiş, mesanesine basınç uyguluyor gibi oldu. Yeniden tuvalete gidip gelme konusunda tereddüt etti. Muavine ne zaman kalkacaklarını sordu ve koşarak bir kez daha tuvalete gitti ve geri geldi. Yapamamıştı ama kafası rahatlamıştı. Koltuğuna oturdu ve tuvalet psikozundan sıyrılmak için başka şeyler düşünmeye çalıştı.
Yanına daha hiç kimse oturmadan ve otobüs kalkmadan kafasını koltuğa yasladı. Yorgun vücudu daha fazla direnememiş ve uykuya yenik düşmüştü. Yaklaşık üç-dört saat süren yolculuğu deliksiz uyuyarak geçirmişti. Uyandığında askere alınacağı Devrek kasabasının garajına gelmişti. Otobüs garaja girdiğinde askerlerin geleceğini bilen inzibatlar otobüsten inen ve sanki üniforma giymişler gibi hepsini tanıyıp askere alınacak diğer gençlerin toplandığı kahvehane gibi bir yere toplamışlardı. İnen her genç valizini alıyor, kahvehanenin bir köşesinde beklemeye başlıyordu. Gençler arasında birbirlerini tanımaya dönük sorular ve muhabbetler başlamıştı. Muhabbetin genel çerçevesi genellikle memleket ve daha önce büyüklerinden dinledikleri bölük pörçük askerlik ile ilgili anılardı.
Toplanan asker adaylarının kalabalıklığı saatler geçtikçe artıyor, neredeyse kahvehanede yer kalmıyordu. Bir inzibat yüksek sesle herkesin dinlemesi için bir uyarı yaptıktan sonra şöyle diyordu: 
"Arkadaşlar biraz sonra son nakillerde gelecek kimse bir yere ayrılmasın. Hep birlikte alaya gideceğiz."
Beklemekten sıkılan gençler bir an önce askere alınmayı istiyordu. Sanki bir an önce başlarsa çabucak bitecekmiş gibi bir his kaplıyordu içini. Biraz sonra son nakillerde gelince alay için hazırlıklar başladı. Başlarında inzibatlar olmak üzere yaya olarak yaklaşık birkaç kilometrelik mesafe yürünecekti. İnzibatlar asker adaylarını ikişerli sıraya dizerek yolun sağından alaya doğru yola çıkardı. Yaklaşık bir saatlik bir zamandan sonra alay nizamiyesinin önüne gelmişlerdi. Nizamiye önünde isim listeleri ve kontroller yapıldı. Kontrolden geçenler valizini alıp sıfır numara tıraş olmak üzere nizamiye arkasındaki berber sırasına giriyordu. Tıraş sırasında bekleyenleri tek tek izlemeye başladı. Kimisi özene bezene saçlarını uzatmış çeşitli şekiller vermişti. Kimisi geriye taramış, kimisi uzun fauller bırakmış kendince bir çekicilik oluşturmaya çalışmıştı. Tıraş olanların olmadan önceki hallerine bakınca traşlı halleri bir acayip olmuş, içinde istemeden bir gülme isteği belirmişti. Tıraş sırası kendine geldiğinde çok da uzun olmayan saçları önüne döküldüğünde garip duygular içine girmiş ilkokul dönemindeki yaz tatili sonunda okul başlamadan önceki sıfır numara tıraşlar aklına gelmişti. Sıfır numara tıraşı hiç sevmezdi. Kulakları biraz büyük olduğundan çocukluğundan beri psikolojik olarak etkilenirdi. Saçları bir nevi kulaklarını gizleyen örtü idi. Arkadaşları ile kavga ettiklerinde kulaklarının büyük olması üzerine söylenen sözlerden iğrenirdi. Kepçe kulak, yelkenler fora gibi can sıkıcı şakalara çok kızar bu sözleri kavga nedeni sayardı.
(DEVAM EDECEK)