Yaz geçmiş ve ortaokula, Eti Ortaokulu'na yazılmıştık. Okul günleri tekrar başlamıştı.
Fakat ortamımız değişmişti. Kale İlkokulu'ndaki arkadaşlarımızın hemen hepsi Eti Ortaokulu'na yazılmıştı. Gerçi başka şansları da yoktu. O zamanlar Çorum'da Yazı Çarşı civarında Atatürk Ortaokulu ve bir de Eti Ortaokulu vardı. Başka da ortaokul yoktu. O nedenle eve yakınlığına göre iki okuldan biri seçiliyordu. Bize Eti Ortaokulu yakın olduğu için zorunluluktan, mecburen oraya yazıldık.
İlkokuldan ne kadar haylaz, yaramaz, dersten çok oyuna sevdalı arkadaşımız varsa hepsi Eti Ortaokulu'nda bizim sınıfta toplanmıştı. İmdat ile yine aynı sınıfta idik. O zamanlar Din Bilgisi dersi seçmeli olduğundan ders vaktinde diğer öğrenciler sınıfta ders dinlerken biz bütün haylazlar bahçede toplanır, oyun oynardık. Kimi zaman döşenek (misket), kimi zaman bahçedeki demir spor aletleri üzerinde akrobatik hareketler, kimi zamansa güvercin takla, birdirbir gibi oyunlar oynayarak ders vaktinin bitmesi için zaman geçirirdik.
***
Derslerle genel olarak pek ilgimiz olmazdı. İyi bir alt yapımız olmamıştı. İlkokulda dört öğretmen değiştirmiş, dört ve beşinci sınıfları Elvan Zavur ile tamamlamıştık. Dolayısıyla altyapımız yetersiz olduğundan derslerde başarılı olamıyorduk. Hele hele Matematik dersini bir türlü kavrayamıyorduk.
***
Ortaokuldaki ilk yılımız hüsranla sonuçlandı. Ben dört, İmdat ise yedi dersten ikmale kalmıştık. Bütünleme sınavları Ağustos ayında yapılıyordu. Kafamız dank etmiş ama çok şey kaybetmiştik. İmdat pek umursamıyor, eski vurdumduymaz haline devam ediyordu. Ben ise sınıfı geçmek ve okumak üzere kararlı olacağımı söylüyordum kendi kendime. 
Annem derslerimizdeki başarısızlığımıza çok üzülüyor. Aklı yettiğince okumanın erdemlerinden bahsediyordu. "Bak biz okumadık cahil kaldık. Okuyun büyük adam olun, kimseye muhtaç olmayın" diye yırtınıyordu. Hep okumamızı ister, okul ve ders çalışma konusunda bir dediğimizi iki etmezdi. Babam ise, "bunlar okumaz Bayburt" diye anneme çıkışıyor. "Bunları sanayiye vereyim meslek sahibi olsunlar" diyordu. Daha önceden yaz tatilinde birkaç hafta sanayide çalışmıştık. Sanayide çalışmanın zorluğunu biliyorduk. Babam beni kalaycının yanına çırak, İmdat'ı da radyo tamircisine işe vermişti. Ben kalaycıda pek iş bilmiyor, adı Hacı ustanın kalayladığı kapları taşıyor ve ocağı harlı yakmak için bolca körük sallıyordum. Kalaycılığı pek tutmamıştım. Babam kızgın bir anında elimden tutmuş kalaycı Hacı'nın yanına bırakmış ve "eti senin kemiği benim Hacı" demişti. Bu et ve kemik meselesini bir türlü çözemiyordum çocuk aklımla. Fakat iyi bir şey olmadığını seziyordum. Hacı da babamın bu öğüdünü yerine getiriyor beni çok çalıştırıyordu. Öğle yemeği olarak tahin helvası ve ekmek, haftalık olarak da bir lira veriyordu. Ben bir çift ayakkabıyı bir liraya boyarken, bu adam bana haftada bir lira veriyordu. Bir iki hafta çalışmış anneme yalvarmış ve annemin babamı ikna etmesi ile birlikte de kalaycılıktan kurtulmuştum.
    (DEVAM EDECEK)