Ölüm ve hastalıklar gibi bireyi irade dışı teslim alan ilahi yasalar olmasa denilebilir ki insanoğlu kibir ve enaniyette öyle bir hale gelirdi ki her birey kuşkusuz birer azılı firavuna dönüşürdü. İster bey olsun ister paşa -padişah ölüm karşısındaki mutlak acizliği aslında hiçliğinin en büyük delilidir insanoğlunun. Kaldı ki küçük-büyük  doğa olayları bireylerin, toplumların ve devletlerin doğa karşısındaki çaresizlğini ortaya çıkararak ona yaratılış gayesine uygun yaşaması zorunluluğunu dayatmaktadır aslında. 

Dünyamız, yaratıldığından bu güne sayısız tehlikeler, belalar ve salgınlarla karşı karşıya kalmıştır. Neticesinde siyasal iktidarlar ve rejimler değişmiş, yurttaşlar devlete baş kaldırmış, özgürlükler gel gitler yaşamış, kamu düzeni yerle bir olmuştur.

21. yüzyılın bu yarısında ismine kononavirüs denen bir salgın virüs adeta bütün dünyayı kasıp kavurmakta, siyasal iktidarları ve rejimleri çaresiz bırakmaktadır. Virüsün ortaya çıkması, yayılması ve dahi sonuçları itibariyle toplumlara hayır mı yoksa şer mi getireceği zamanla anlaşılacaktır. İlk olarak Çin'de ortaya çıkan ve oradan bütün küreye yayılan bu virüs salgını toplumları ve devletleri adeta esir almıştır. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki bu virüsün kaynağına ilişkin çeşitli efsaneler uydurulmakta değişik senaryolar dillendirilmektedir. Hiçbir bilimsel veriye dayanmadan bu virüsün laboratuvarlarda üretildiği; yeni bir dünya düzeni için kurgulandığı açıkça ifade edilmeye başlanmıştır. Bu akıl, mantık ve bilimsel verilerden yoksunluk zamanımızın mitosları olarak karşımızda durmaktadır. Yine yaratanın emirlerine karşı geldikleri için bu şekilde insanlığın cezalandırıldığının ifade edilmesi  de  hatta Türk toplumunun bir kesiminin biz Türk'üz, bize bir şey olmaz anlayışıyla tehlikeyi sulandırması  da böyle değerlendirilebilir.

Bütün bu komplo teorileri ve zamanın mitlerine karşı Dünya Sağlık Örgütünün, oluşturulan ulusal bilim kurullarının akıl, mantık ve bilimsel verilere, rakamlara, istatiksel grafiklere dayanarak yaptıkları açıklamalar ise logoslar olarak karşımıza çıkar.

Meselenin çok önemli bir boyutu da bu virüsün farklı rejim ve siyasal iktidarlarda değişik etkilerinin olmasıdır. Totaliter, otoriter rejimlerin bu virüsle mücadele yöntemleri ve aldıkları sert önlemlerle demokratik ülke ve rejimlerin virüsle mücadele tedbirleri arasında fark var mıdır? Ya da siyasal iktidarlar ve rejimler bütün bu tedbirleri alırken özgürlük- sağlık ve güvenlik dengesini nasıl değerlendirmektedir.? Totaliter ve otoriter devletlerde bu denge güvenlik lehine, demokratik siyasal rejimlerde ise özgürlükten yana mı ağırlık kazanmaktadır? Devletin almış olduğu kararlar ve yasaklamalar her şeyden önce meşru mudur? Her iki karşı rejimlerde de bütün bu tedbirlere karşı bireylerin ve toplumların tepkisi ifade özgürlüğü kapsamında mı değerlendirilmelidir, gibi sorular siyaset felsefesinin olduğu kadar her yurttaşında ilgi alanına girmektedir.

Totaliter rejimle yönetilen Kuzey Kore'de bu virüsün etkisi tam olarak bilinmemektedir. Ziya devlet başkanının hayatta olup olmadığı dahi bir haftada kendi paylaştığı fotolardan anlaşılmıştır. Bu ülkenin kapalı kutu oluşu, insan hak ve özgürlüklerinin baskı altında olması virüs konusunda yapılan açıklamaların kuşku doğurmasını kaçınılmaz kılmıştır. Gerçi dünya ile bağlantısını kesmiş olması da virüsün yayılmasının engellenmesinde en büyük avantajı olmuştur. Virüsün ortaya çıktığı  ülke olan Çin devleti sert tedbirlere başvurmuş bu kapsamda zaten yok denecek derecedeki bireysel hak ve özgürlükleri aşırı derecede kısıtlamıştır. Hatta neredeyse tüm şehirleri karantinaya alarak hayalet şehirler oluşturmuştur. Yurttaşlar, bireyler ve toplum bu kararları sorgulamaksızın uygulamıştır. 

Bununla birlikte inanılmaz kısa sürelerde hastaneler kurabilmesi ve virüsün yayılmasını önlemek için radikal kararlar alabilmesi rejimin otoriterliğinden de kaynaklanmıştır.
Demokratik ülkeler koronavirüsle mücadelede başarısız mı oldu? Cevabımız evet ise bunun sebepleri nelerdir, soruları bize bu ülkelerin yönetim biçimlerini sorgulama hakkı verecektir sanırım. Demokrasi ile yönetilen devletler tedbiren sokağa çıkma kısıtlaması, ardından karantina uygulaması kararını almakta hem geç kalmış hem de bir hayli zorlanmışlardır. İşte tam da burada bir demokrasi paradoksundan bahsetmek mümkündür. Çünkü demokratik ülkelerde siyasal iktidarın böylesi önemli kararlar alabilmesi için öncelikle kamuoyunu ikna etmesi gerekmektedir. Aksi halde yurttaşlar bunu özgürlüklerine darbe olarak yorumlayıp ifade özgürlüğü kazanımından hareketle protesto hakkını kullanacak belki de sivil itaatsizlik eylemlerine başlayacaktır. İşte bu ve benzere gerekçelerle demokratik ülkelerin siyasal iktidarları koronavirüs salgınında bir otoriter rejimler kadar hızlı karar alamadı ve sert tedbirlere başvurmada geç kaldı. Bunun sonucunda vaka sayısı ve ölüm oranı demokratik ülkelerde birinci sıraya yükseldi.

Türkiye, bu virüsle mücadelede insanı yaşat ki devlet yaşasın düsturuyla başından beri ciddi tedbirler almaya çalışmıştır. Özellikle Bilim Kurulunun oluşturulması ve kurumun Sağlık Bakanlığıyla eşgüdüm halinde çalışması neticesinde virüs kontrol altına alışmıştır. Devletimiz 31 büyükşehir ve Zonguldak'ta sokağa çıkma yasağı uygulamıştır. Yine bazı köy ve mahalleler karantinaya alınmış ilave tedbirler kapsamında 65 yaş üstü yurttaşlar ile 20 yaş altı çocuk ve gençlerin sokağa çıkışı yasaklanmıştır. Bütün bu tedbirler yanında ücretsiz maske dağıtımı sağlanmış ve sosyal vefa grupları sayesinde vatandaşların ihtiyaçları karşılanmıştır. Bu süreç Sağlık Bakanlığı ve siyasal iktidar tarafından eksikliklerine rağmen şeffaf bir şekilde yürütülmektedir. Bütün bu çabalar Avrupa ülkelerine nispetle ülkemizin başarılı olmasını sağlamıştır. Yurttaşların devlete olan itimadı, inançlarımızın gereği itaatkar toplum  yapımız da elbette önem arz etmektedir. 

Bütün bunların yanında bireylerin yasağa rağmen sokağa çıkmakta ısrarcı olması, sosyal mesafe kuralını zaman zaman ihmal etmesi toplumun tepkisine neden olmuş dolayısıyla iktidarın cezai işlem kararına yol açmıştır. Kimi düşünür ve yazarların siyasal iktidarı eksiklikleri üzerinden eleştirisi ifade özgürlüğü bağlamında değerlendirilmelidir. Elbette bu süreç siyasetten ekonomiye, eğitimden sanata hattı zatında hayatın bütün alanlarında etkisini göstermiş ve Türk toplumunu adeta sınava tabi tutmuştur. 

İnşallah milletimiz ve devletimiz bu imtihandan bir an önce başarıyla çıkacaktır. Buradan hareketle acizliğimizin farkında olarak şer bildiklerimizden hayır çıkması duasıyla, bu belanın sona erip özlenen güzel günlere en çok sevilenin- peygamberimizin- hatrına kavuşabileceğimizi ümit ediyoruz.