Ba­zı ya­zar­lar İs­lam’da da “din ada­mı”nın (hat­ta sı­nı­fı­nın) ol­du­ğu­nu söy­lü­yor, ca­mi ve­ya din gö­rev­li­si ile din ada­mı­nı bir­bi­rin­den ayı­rı­yor­lar. On­la­ra gö­re ca­mi ve­ya din gö­rev­li­le­ri ca­mi­le­rin te­miz­li­ği, dü­ze­ni, ezan oku­ma, na­maz kıl­dır­ma gi­bi iş­le­ri ya­par­lar; in­san­la­rı ir­şad ede­cek, on­la­ra ah­lak ve ke­mal eği­ti­mi ve­re­cek olan­lar ise din adam­la­rı­dır. Öy­le an­la­şı­lı­yor ki, bu­ra­da “din ada­mı” ter­ki­bin­den ta­sav­vuf oku­lun­da­ki mür­şid­le­ri kas­te­di­yor­lar. Ca­mi gö­rev­li­le­ri­ni kü­çüm­sü­yor­lar, (“bun­la­rın, bu kı­ra­vat­lı kims­le­rin…”) din (ir­şad, din eği­ti­mi) hiz­me­ti­ni ya­pa­ma­ya­cak­la­rı­nı, bu hiz­me­ti an­cak ta­sav­vuf (ta­ri­kat) men­sup­la­rı­nın ya­pa­bi­le­ce­ği­ni, doğ­ru din an­la­yı­şı­nın da bu oku­lun an­la­yı­şı ol­du­ğu­nu ifa­de edi­yor­lar.


Ben de ıs­rar­la di­yo­rum ki, bu ay­rım­cı­lık, bu tas­nif, bu İs­lam’da ye­ri ol­ma­yan tah­sis (din hiz­me­ti­ni bel­li bir sı­nı­fa mah­sus kıl­ma), özel bir eği­tim yo­lu­nu ge­nel­leş­tir­me bi­zi çık­ma­za gö­tü­rür, üm­me­ti bö­ler, in­sa­nı­mı­zı bir­bi­ri­ne dü­şü­rür, yüz­bin­ler­ce din gö­rev­li­si­nin ce­ma­ate et­ki­si­ni za­yıf­la­tır, gü­ve­ni sar­sar…
 

Ve di­yo­rum ki:
İs­lamî li­te­ra­tür­de “ri­ca­lul­lah”, “eh­lül­lah”, “ha­de­me-i hayrât”, “mür­şid”, “meşâyih”, “âlim”, “müc­te­hid”, mü­ced­did”, “imam”, “hatîb”, “muk­tedâ bih” ve bel­ki da­ha baş­ka mü­ma­sil ifa­de­ler var­dır, ama “din ada­mı” ifa­de­si ve özel­lik­le sı­nı­fı yok­tur. Bir­çok özel­lik­le­ri bu­lu­nan, sı­ra­dan mü­min­ler­den fark­lı olan, Al­lah ile kul­la­rı ara­sı­na gi­re­rek -İs­lam’a gö­re kul­la­rın yet­ki­sin­de bu­lun­ma­yan- ba­zı ta­sar­ruf­lar ic­ra eden, ara­la­rın­da bel­li bir hi­ye­rar­şi bu­lu­nan.. din adam­la­rı sı­nı­fı, baş­ta Hris­ti­yan­lık ol­mak üze­re ba­zı din­ler­de var­dır, ama İs­lam’da yok­tur.
Her mü­min, na­ma­zı tek ba­şı­na ve­ya ce­ma­at­le kı­lar, ce­ma­at için­de kim da­ha bil­gi­li ve Ku’an-ı Ke­rim’i da­ha iyi oku­yor­sa o imam olur. Eza­nı da se­si ve kı­ra­ati en iyi olan okur. Ca­mi­yi te­miz tut­mak, ko­ru­mak, ba­zı mad­di hiz­met­le­ri ifa et­mek bü­tün Müs­lü­man­la­rın va­zi­fe­si­dir, bun­la­rı bir kıs­mı ya­pın­ca di­ğer­le­ri so­rum­lu­luk­tan kur­tu­lur. Her Müs­lü­man da­ha iyi bir kul ola­bil­mek için ça­ba gös­te­rir, iyi in­san­lar­la be­ra­ber ola­rak ve on­la­rı ör­nek ala­rak ke­mal yol­cu­lu­ğu­nu de­vam et­ti­rir. Bu iyi in­san­la­ra din ada­mı den­mez, “sa­lih kul­lar, tak­va sa­hip­le­ri, ilim ir­fan sa­hip­le­ri, Al­lah’ın sev­gi­li kul­la­rı sa­nı­lan in­san­lar…” de­nir.


Bir kim­se­nin sa­hih bir İs­lam an­la­yış ve ima­nı­na sa­hip sa­lih bir kul ve cen­net­lik ola­bil­me­si için bir ta­ri­ka­ta gir­me­si şart­tır” di­yen ehl-i sün­net müs­lü­ma­nı ola­maz. Ehl-i sün­net mez­heb­le­ri­nin hiç­bi­rin­de böy­le bir şart mev­cut de­ğil­dir.


Öğ­re­ne­rek, ya­pa­rak, nef­siy­le mü­ca­de­le ede­rek iyi bir kul ol­ma­yı be­ce­re­me­yen­ler baş­ka­la­rın­dan yar­dım ala­bi­lir­ler; ama bu baş­ka­la­rı da şe­ri­ata bağ­lı, za­hir ilim de­dik­le­ri İs­lam ilim­le­ri­ne sa­hip, ehl-i sün­net iti­ka­dı­nın dı­şı­na çık­ma­yan kim­se­ler ola­cak­tır; şe­ri­at­sız, ilm-i za­hir­siz ne ke­mal olur, ne de İs­lam.
 

“Yar­dım ala­bi­lir­ler” de­mek baş­ka­dır, “yar­dım al­ma­la­rı şart­tır, bun­suz ol­maz” de­mek baş­ka­dır.

Ta­sav­vuf ir­fa­nı te­mel İs­lam ilim ve aka­idi­ne bağ­lı ola­rak il­ham de­ni­len bir baş­ka bil­gi yo­lun­dan el­de edi­lir. Şe­ri­at il­mi­nin hik­me­ti­ne, de­rin­li­ği­ne, taf­si­li­ne, iba­det tec­rü­be­si­nin se­me­re­si­ne yö­ne­lik olan bu ir­fa­nın mu­te­ber ol­ma öl­çü­tü şe­ri­at­tır, za­hir İs­lam il­mi­dir. Şe­ri­at mu­te­ber­li­ği­ni ir­fan­dan, il­ham­dan al­maz, ak­si­ne bun­lar mu­te­ber­li­ği­ni şe­ri­at­tan alır­lar ve ona uy­gun ol­mak mec­bu­ri­ye­tin­de­dir­ler.
İs­lam’a hiz­met, din eği­ti­mi ve öğ­re­ti­mi ko­nu­sun­da ca­mi gö­rev­li­le­ri ne ya­pı­yor­lar, ta­ri­kat men­sup­la­rı ne ya­pı­yor­lar?
Bu so­ru­nun ce­va­bı ile ya­zı­ya ile­ri­de de­vam ede­lim.