Mevlana’nın Çağrısı:
Mevlana, ilahi aşkı hedefleyen bir dervişti. Ona aşkı sorduklarında, dille tarif etmek yerine “Ben ol da bil” diye karşılık vermişti. O, bu anlamda her millete hitap etmeyi bilirdi:
“Yetmiş iki millet sırrını bizden dinler,
Biz, bir perde ile yüzlerce ses çıkaran bir neyiz.”
İşte bu mesaj yerini buldu ve onun cenaze merasiminde binlerce gayrimüslim yerini aldı. Kendilerine buraya neye geldikleri sorulduğunda “Biz, onda Musa’nın, İsa’nın gerçeğini bulduk. Siz Müslümanlar, Mevlana’yı nasıl devrinin Muhammed’i olarak tanıyorsanız, biz de onu zamanın Musa’sı ve İsa’sı olarak biliyoruz. Siz nasıl onu seviyorsanız, biz de bin misli fazla seviyoruz.”
Mevlana’nın onlar tarafından da bu kadar sevilmesinde onun yukarıdaki beyti etkili olmuştur.
17 Aralık tarihleri, Mevlana’nın ölüm yıl dönümüdür. Onun tabiriyle Vuslat Gecesi, Şeb-i Arus (Düğün Gecesi)dir. Her yıl bu tarihte törenler yapılır. Bu törenlere yurt içinden ve yurt dışından binlerce kişi gelir. Her biri Mevlana sevgisiyle gelirler elbette. Onun yetmiş iki millete çağrısının etkisiyle gelenler de olur.
1970 yılında Konya’da böyle bir merasim nedeniyle bir konferans düzenlenmişti. Konuşmacı, İtalyan asıllı ünlü Türkolog Anna Masalla idi. Mevlana’yı anlattı, ona olan sevgi ve hayranlığını dile getirdi. Bizden biri gibiydi. Sonunda bir izleyici sordu: “Mevlana’yı bu kadar sevdiğinizi söylediniz. Onun dinine girmeyi, Müslüman olmayı hiç düşündünüz mü?” Herkes, cevabı merakla bekliyordu. Aslında ben de müslümanım, der diye umutlanıyorlardı.
Ancak Anna Masalla, Mevlana’ya atfedilen o meşhur sözü nakletti: “Mevlana gel, dedi. Ben de geldim. Her nasılsan öyle gel dedi, bende dinimi değiştirmeden öylece geldim.”
Bu sözler, salonda hayal kırıklığına neden oldu. Ama Mevlana’nın bu manaya gelecek bir söz söylemiş olup olamayacağını tartışılmaya başlandı. İşte o akşam, radyoda Mevlana Müzesi Müdürü Mehmet Önder, Mevlana’yı anlatıyordu. Söz, Mevlana’ya atfedilen şu mısralara geldi:
“Gel, ne olursan ol, yine gel.
Kafir, Mecusi, putperest olsan da gel.
Bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı değildir;
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da gel.
Her nasılsan öyle gel.”
Mevlana Müzesi Müdürü merhum Mehmet Önder, radyo konuşmasında bu mısraları Farsçasıyla beraber okuduktan sonra şöyle dedi: “Öncelikle şunu belirteyim ki bu mısralar, Mevlana’nın hiç bir eserinde yoktur. Sözlerin baş kısmı, anlam ve öz itibariyle onun şiirlerine benziyor. Dergahın ümitsizlik dergahı olmadığını vurguladıktan sonra tövbe ederek tekrar girilebileceği ifadesine itirazımız yoktur. Ama hiç tövbe etmeden, iman etmeden bu kapıdan girilebileceğini söylemek, islamın temel akidelerine aykırıdır. Bunu Mevlana söylememiştir. Bu söz, o dönemde yaşamış bir keşişe aittir.”
Mehmet Önder’in bu konuşması, zihinlerde oluşan pek çok soruya cevap oldu ve mü’minleri ferahlattı. Yıllar sonra bu konuda en açık ifadeye Prof. Dr. Emine Yeniterzi’nin Mevlana adlı çalışmasında rastlıyoruz. Sayın Emine Yeniterzi, bu konuda şöyle diyor:
“Mevlana’dan söz edilince yurdumuzdaki insanların aklına ilk olarak bu rubai geliyor. Mevlana’ya atfedilen bu rubai, Mevlana Müzesi’nde bulunan el yazması Divan-ı Kebir’in kabında kayıtlıdır. Diğer Divan-ı Kebir nüshalarında rastlanmadığı gibi, eserin içinde olmayıp da kapakta kayıtlı olmasından da anlaşılacağı gibi, her hangi birisi tarafından oraya yazılmış, Mevlana’ya ait olmayan bir şiirdir. Şiirin gerçek şairi için bazı araştırmacılar, İranlı şair Ebu Said Ebü’l-Hayr’ı gösterirler.”
Sayın Emine Yeniterzi’nin bu tespitine ekleyecek bir sözümüz yoktur. Kur’an ve sünnet çizgisinden çıkmayan bir dervişi yanlış tanıtmak, bilimselliğe de, erdemliliğe de yakışmaz. O, adamına göre söz söyleyen, yanardöner bir veli değildir. O, temel düşüncesinden asla taviz vermeyen bir insandır:
“Biz, pergel gibiyiz, bir ayağımız din, şeriat üzerinde sağlamca durur. Öteki ayağımız, yetmiş iki milleti dolaşır.”
Mevlana’nın gerçek çağrısını, bu beytinde bulmak mümkündür. Biz, farklı din, kültür, renk ve meşrepten insanın Konya’ya, Mevlana’yı ziyarete gelişini, törenlere katılışlarını, yetmiş iki millete ulaşan bu mesajın eseri ve sonucu olarak görüyor ve öyle değerlendiriyoruz.