***
Çorum'da bakırcılar çarşısının yanı başında, Sanat Okulu'nun karşısında eski terminal vardı. 
Terminalin hemen girişinin yanında da büyük bir kahvehane, kahvehanenin karşısında ise Toriğin yazıhanesi diye bilinen şehirlerarası bütün otobüslerin transit olarak uğrak mekânı olan yolcu yazıhanesi… Ayakkabı boyacılığını daha çok o iki güzergâh arasında gidip gelip yapardım. Özellikle Toriğin yazıhane önü belli bir saate bağlı olmayan yolcuların ve transit otobüslerin gelip geçtiği bir yerdi. Yolcular yazıhane içinde ya da leblebicilerin yanındaki kaldırım üzerinde sandalyelere oturup beklerlerdi.
Bizim ayakkabı boyama ücretimiz standart olarak 1 lira idi. Fakat yolcunun özelliğine göre boyama ücretimizi değiştirirdik. Eğer ayakkabısını boyadığımız kişinin kılık kıyafeti yeni ve zengin görünümlü ise; "ne verirsen abi" der, fazla para vermesinin ucunu açık hale getirirdik. 
Eğer yoksul görünümlü biriyse "bir lira" diyerek parayı garantiye almaya çalışırdık. Bazen tam tersi de olurdu, zengin sandığımız elli kuruş için pazarlık yapar, yoksul diye burun kıvırdığımız ise beş lira verir gönlümüzü fethederdi.
Bir gün Toriğin yazıhanesi önünde bir adamın ayakkabısını boyuyorum. Kibar, yakışıklı bir adam. Tam bitmek üzere iken otobüs geldi. Adam on lira verdi paranın üzerini veremedim, "abi bozduruyum da geleyim" derken adam, otobüse binerken "al oğlum üstü kalsın" dedi. Ne kadar çok sevinmiştim anlatamam. 
***
Terminal civarında oranın müdavimi olan boyacılar olurdu. Dışarıdan gelen boyacılara tahammül edemez hemen kavga ederlerdi. Zaman zaman dövüştüğümüz, dayak yiyip, dayak attığımız günler çok olaylar olmuştu. Kavgadan yıldığımız, bunaldığımız zamanlar, çarşıya doğru sırtımızda boya sandığı kahvehane kahvehane gezer ayakkabı boyamaya çalışırdık. Çarşıda en özel mekânlarımız ise Sazak kahvehanesi önü, Yıldız kırathanesi, Yalçın ve Turan sinemaları olurdu. Bazen boya sandığını sinemanın girişine zula eder, boyadığımız birkaç ayakkabının parasına sinema bileti alır film seyrederdik.
***
Futbol oynamayı çok severdim. Çorumspor'luyduk. Maçları kaçırmazdık. Bazen maçlarda top toplayıcılığı yapardık. Bir arkadaşın akrabası bölgede çalışıyordu. Görev verirlerse dünyalar bizim olurdu. Hem maça bedava girerdik, hem de maçtan sonra para verirlerdi. Bazen de, ayakkabı sandığı boynumuzda maç seyretmeye giderdik. Kapıda bekler, tek giren birine, "abi beni de aldırsana içeri" derdik. Kapağı stadyum içine atardık. Boya sandıklarımızı demir kapının arkasına bırakır, maçtan sonra alırdık.
P.ç Metin (!), Osman, Küçük Cengiz, Karamıstık, kaleci Bilal... Ne maçlar olurdu be… Golcümüz Osman mutlaka gol atar, p.ç Metin futbol resitali çeker, küçük Cengiz çizgide rakiplerine beş atar, çalımlarla bellerinden su alırdı.
***
Biz en çok, tezahürat edenlerin yanına giderdik. Artık en güzel ve esprili tezahürat yapanların yanında durur, hem güler, hem de maç seyrederdik.
Aydınspor ile yapılan bir maçta 2-0 öndeyiz. Kaleci Bilal rakibi artık dalgaya alıyor. 
Bizim tezahüratçılar pek keyifli. 
Gülüyorlar...
Başlıyorlar tezahürata, 
"oğlum Bilal, başına geldi bir hal. 
Aydın'a dadir dadir geri al." Gülmekten kırılıyoruz.
Devam ediyorlar, bu sefer hakemlere kızıyorlar. Ve bağırıyorlar. 
"İ. hakem, i. hakem... Bunları desderenin azına verecaan, kıyyık, kıyyık kıyacaan." Daha neler neler...
Bu tezahüratlar çok hoşumuza gidiyor. Boyacılık yaparken arada bu tezahüratları kullanıp, gülüyoruz...
***
Babam, sokakta işsiz güçsüz gezmemize pek izin vermezdi. Biz sırtımızda boya sandığı çalışmaya giderken arkadaşlarımızın sokakta oynamasına kıskançlıkla bakardık. Öğle saatlerine doğru oyun oynamak için geldiğimizde babamın haberi olursa bazen bir şey demez, bazen de dövüp akşama kadar gelmek yok diye yeniden ayakkabı boyamaya gönderirdi.
***
Ben üçüncü sınıfta 'sınıf tekrarı' yaparak dörde geçmiş, İmdat ise dörtte de sınıfta kalmış ve yeniden aynı sınıfta buluşmuştuk. Öğretmenimiz Elvan Hoca idi. Üç tane yaramaz mı yaramaz, ele avuca sığmaz çocukları vardı. Cengiz büyükleri, Bayram ortanca, Ertuğrul ise en küçüğüydü. Bizim bir alt sokağımızda otururlardı. Onların evinin önünde boş bir arsa vardı ve hep orada oynardık. Elvan Hoca'nın çocukları da hep bizimle oynardı. Ne zaman evlerine ekmek alınacak olsa, çarşıdan alınacak bir eksikleri olsa, çocukları ile oynadığımızı gördüğü halde, balkona çıkar ve "Nihatttt..." diye uzunca bir bağırır, sonra da ya ekmek almaya ya da evin eksiğini almak üzere çarşıya gönderirdi.
O kadar kızar, içim içimi yerdi ki, sesim çıkmaz ama her seferinde de gider ne istiyorlarsa alırdım. Derdim ki kendi kendime, "kendi çocuklarını göndersene, onlar da bizimle birlikte oynuyor, onları neden göndermiyorsun?"
Çocukları da babalarının öğretmenimiz olmasını kullanır bizi sürekli ezmeye çalışırlardı. Fakat her seferinde oyunumuzun en güzel anında hep oyunu bölerek onların özel işlerine ben koşardım. Sadece ekmek almak değil, evlerine kömür, odun geldiğinde de onları bize taşıttırırdı. Anneme şikayet ettiğimizde ise içten içe kızsa da sınıfta bırakır korkusu ile sesi çıkmazdı.
***
Elvan Hoca eğitimi pek önemsemeyen, bize pek bir şey öğretmeyen, mesai saatini doldurup giden bir öğretmendi. Evi bizim eve yakın olduğu için, yiyecek getirtmek üzere hep bizi eve gönderirdi. İmdat ile ben gitme konusunda sürekli kavga ederdik. Hem bir iki ders okuldan kaçmış olurduk, hem de eve gidip karnımızı doyurur, suyumuzu içer gelirdik. O nedenle öğretmenimize yemek taşıma meselesi hep İmdat ile aramızda kavga meselesi olurdu. Elvan Hoca'nın karısı esmer uzun boylu hamarat bir kadındı. Öğretmenimizin isteklerini söyleyince hemen hazırlar, bazen bize de hazırladığından tattırırdı. Hazırladığı yiyecekleri okula götürdüğümüzde sınıfta gözümüzün önünde iştahlı iştahlı yerdi öğretmenimiz. Bazen de karşı sınıftaki öğretmen arkadaşını çağırır ve birlikte yerlerdi.
***
İlkokulu bitirmiştik. Yaz tatillerinde yine ayakkabı boyacılığına devam ediyordum. Biraz daha büyümüştük. İmdat pek ayakkabı boyacılığı yapmazdı. Hepimiz yaramazdık, oyun oynamaya çok düşkündük ama İmdat çok daha haylaz ve yaramazdı. Ahmet ile birlikte iki ayrı boya sandığı ile birlikte çıkardık. Ahmet pek dolaşmayı sevmezdi. Ahmet'i Toriğin yazıhanesi yanındaki kahvehanenin oraya bırakır bense şehrin en işlek yerlerinde ayakkabı boyamaya çıkardım. 
Birkaç saat içinde tekrar döndüğümde Ahmet'i kazandığı paralara bir simit ve gazoz almış keyifle yerken bulurdum. "Napıyorsun?" diyerek kaç lira kazandığını sorduğumda, kazancının yarısından çoğunu yediğini söylerdi. Ben ise paramı hiç harcamaz kuruşu kuruşuna anneme teslim ederdim.
***
Bazen işten eve dönerken alışveriş yapar, domates, salatalık, fasulye, patlıcan gibi sebzeler ve bir karpuz, iki de ekmek alır, mahalleye komşu kadınlarının ve kızların bakışları arasında havalı havalı girerdim. Annemin "benim kara Nihat'ım gelmiş, alışveriş de yapmış" demesi karşısında yağlarım (!) erirdi. 
Annemi sevindirmek ve o beni mest eden sözleri duymak için ara-sıra bu şekilde alışveriş yapar eve öyle gelirdim. (SON.)