1961 yılının son günlerinde köyden şehire geldiğimde bunun ne demek olduğunu anlayacak yaşta değildim. Hatırladığım kadarıyla ilk defa elektrikli bir eve kavuştuk. Lambaları birkaç defa yakıp söndürerek kendimce kontrol ettim.
Annemle ablam, eşyaları yerleştiriyorlardı. Babam ile amcam da ahırları ve bahçeyi dolaştılar. Ben de her iki ekibin yanına uğrayarak evi tanımaya çalışıyordum. Evimizde müstakil bir hamam ve çamaşırhanenin bulunuşu, bana çok ilginç geldi. Ayrıca mahzeni (bodrumu) da daha önce hiç görmediğim bir şeydi.
Ama beni en çok ilgilendiren, gideceğim ilkokuldu. Evimize en yakını, Tanyeri İlkokulu idi. Ertesi gün oraya gidecektim. Ne ile karşılaşacağımı bilmiyordum. Öğretmenim kim olacaktı? Arkadaşlarım bana nasıl davranacaklardı? Köyden gelmiş bir öğrenciye karşı genel tutumları ne olabilirdi? Şehir okulu nasıl bir şeydi?
Yeni evin bahçesinde dolaşırken kafamda bu ve benzeri pek çok soru vardı. Mahalleden hiçbir çocukla tanışmamış olmam da cabasıydı. Bu kaygılarla akşamı ettim. Yemekten sonra kendimce çantamı hazırladım. Sabahleyin tahta çantamı elime alıp okula gittim.
Okula giderken yanımda kimse yoktu. Daha önce devam ettiğim bir okula devam ediyormuş gibi gittim. Okulda beni kalfa/hizmetli karşıladı.
- Hey çocuk!.. Dur bakalım. Sen kimsin?
- Ben yeni geldim. Artık burada okuyacağım…
- Öyleyse beni takip et, dedi.
Ben de onu takip ederek Başöğretmen yani müdür odasına vardık. Adının Kadir Coşkun olduğunu öğrendiğim Başöğretmen, bana nereden geldiğini, nerede oturduğumuzu, köydeki ilkokul öğretmenimin kim olduğunu sordu. Ben de tek tek cevapladım. Sonra kalfaya döndü:
- Bunu 5B sınıfına götür. Ahmet Özlü öğretmene teslim et. Orada okusun, dedi.
Kalfayla beraber barakadan yapılmış bir sınıfa gittim. Öğretmen henüz gelmemişti. Biraz sonra geldi. Benim köyden gelen bir öğrenci olduğunu öğrendi. Kalfayı gönderip beni içeri aldı. Bir yer gösterdi. Sınıfa beni tanıttı. Yoklama yaptı ve listenin sonuna beni de ekledi.
Aslında nakiller böyle olmazmış. Nakil evrakıyla birlikte gelinirmiş. Ama köydeki öğretmenim, benim nakil evrakımı sonra getirecekmiş. Birinci dönemin büyük bir kısmını köyde okuduğum için ilk dönem karnemi de o dolduracakmış. Ben, bu formalitelerin hiç birini bilmiyordum.
Sınıfta herkes bana tuhaf bakıyorlardı. Bazıları gelip adımı, nerede oturduğumu sordular. Bir kaçı da buradaki dersleri anlayıp anlayamayacağımı merak etmişler. Ama ben , çocuk saflığıyla hepsine iyi davranmaya çalıştım. Öğretmenin anlattıklarını dinledim. Verdiği ödevleri  defterlerime not ettim. Akşam çalışmam gereken konuları işaretledim. Özellikle ertesi gün Coğrafya dersinde Hindistan işlenecekti. Oraya iyi çalıştım. Tahtaya kalkıp konuyu tek başıma anlatacak kadar iyi hazırlandım. Derste öğretmen:
- Hindistan'ın coğrafi konumunu kim söyleyecek, deyince
- Ben, ben… diyerek parmak kaldırdım. Meğer başka parmak kaldıran yokmuş. Kalktım, anlattım. Öğretmen, hem memnun oldu, hem de şaşırdı. Dün gelen bir öğrencinin böyle cesaretine mi yoksa beş yıldır okuttuğu öğrencilerinden hiç ses çıkmayışına mı hayret etti, bilemiyorum.
Her neyse… Ben, korku ve endişe perdesini yırtmış ve arkadaşlarımla daha rahat kaynaşma imkanı bulmuştum.
Bir gün öğretmenimiz, "Bu ders, serbest okuma dersi" dedi ve gürültü yapmadan okumamızı söyledi. Kendisi de masasında oturuyordu. Ben de yanımdaki arkadaşa yarınki ödevi soruyordum. Gürültü yapmadığımdan emindim ama öğretmenimin sürekli beni takip ettiğini de biliyordum.
Öğretmenim, yanıma yaklaştı.
- Kalk ayağa dedi ve iki tokat yapıştırdı.
- Burası köy okulu değil, dedi.
Evet, ben de buranın köy okulu olmadığını biliyordum. Ama kural dışı bir davranışta bulunduğuma da ihtimal vermiyordum. Fakat bu davranıştan sonra benim köylü olduğum, onların şehirli olduğu gibi bir farkın olduğunu hissetmeye başladım. Derslerde ne kadar aktif olsam da öğretmenim, eski öğrencilerine gösterdiği sevgi ve hoşgörüyü göstermiyordu ya da ben öyle hissediyordum.