İslam, dünyada en son ve Allah katında tek Hak dindir. Dünya ve ahret mutluluğunun tüm ilkeleri ondadır. İslamı insanlığa anlatmak ve onlara mutluluk yolunu göstermek için Yüce Allah, son peygamberi Hz. Muhammed (sav) aracılığıyla Kur’an-ı Kerim’i göndermiştir. O, bir hidayet rehberidir.
Kur’an-ı Kerim’i insanlığa tebliğ eden Hz. Muhammed Mustafa (sav), âlemlere rahmet olduğu gibi insanlığa da en güzel örnektir. Onun içindir ki Müslümanlar, Yüce Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim ile onu sözleri ve yaşayışıyla hayata geçiren Resulü’nün sünnet-i seniyyesine bağlılığı dini bir vecibe olarak görürler. Bu, ashap ve tabiin döneminde böyle sürmüştür.
Sonraki dönemlerde halkın dünya menfaatlerini ön plana almasıyla bu saf İslam anlayışından uzaklaşmalar başlamıştır. Emevi ve Abbasi dönemindeki siyasi kargaşalar, bazı Müslümanları toplumdan yüz çevirip Hakk’a yönelmeye sevk etmiştir. İşte bu ortam, tasavvufi hareketin zeminini oluşturmuştur. Tasavvuf erbabı arasında görülen ilim, irfan ve keramet sahibi insanların çevrelerinde toplanan ve bütün varlıklarıyla onlara bağlanan kişiler, sufi mantıkla kümelenmeye başlamışlardır.
Onları farklı usul ve erkanla ama temelde Kur’an ve Sünnet çerçevesinde, bir başka ifadeyle Allah ve Resulullah (sav) sevgisi ve aşkı bağlamında irşat ve terbiye eden meşhur tarikat pîrleri, büyük ekoller oluşturmuşlardır.
Bu tarikatlar, pîrlerinin ve şeyhlerinin öncülüğünde tekke denilen mekanlarda faaliyet göstere gelmişlerdir. Bu müesseseler, medreselere alternatif olarak değil, bilakis aynı amaca farklı yollarla hizmet eden İslami kurumlar olarak tarihe geçmişlerdir. Medreseler, dini ilmi metotlarla anlatmak ve yaymak için kurulmuşlardır. Tekkeler, zaviyeler, hankâhlar, çilehaneler de gerçekleri irfan yoluyla kavratmak ve Hak yolunda hizmet etmek için tesis edilmişlerdir. Onun içindir ki cami ile medreseler ve tekkeler birlikte var ola gelmişlerdir. Bu kurumlarda iman, ahlak ve takva eğitimi yapılmıştır. Kur’an ve sünnetin çerçevesi dışına asla çıkılmamıştır. Çıkanları da aralarında barındırmamışlardır.
Tasavvufi hayat ve tarikat sistemi, İslam toplumunda asırlarca kök salmıştır. Tarikat şeyhleri ve müritleri, devrin şartlarına göre hareket tarzlarını gözden geçirmiş ve yollarına devam etmişlerdir.
Tarihi derinliği olan ve islama hizmet etme iddiasında bulunan bu kurumları ve buralarda yetişen insanları görmemezlikten gelmek mümkün değildir. Toplumda derin izler bırakan tarikatları, onların önderlerini, şeyhlerini, müritlerini, gizli veya açık sempatizanlarını ilmi çerçevede, psiko-sosyolojik yönden ele alıp değerlendirmek gerekmektedir.
Bu bağlamda tasavvuf, tarikat, şeyh, mürit, zikir, tekke, usul ve erkan gibi konuları önce genel, sonra kent merkezli olarak ele almakta yarar vardır. Biz de bu çalışmamızda bu yolu izlemeye özen göstereceğiz.
Tasavvuf ve doğuşu:
Tasavvuf, hal ilmidir. Sözle anlatılamayan, yaşamak suretiyle bilinen bir yoldur. İslamın zahiriyle çelişmemek kaydıyla batınını da kavrayan marifet bilgisidir. Tasavvuf; islamın zahir ve batın hükümleri çerçevesinde yaşanan manevi ve deruni hayat tarzıdır.
Tasavvuf, mü’minlerin iç âlemini düzelterek onları manen tekamül ettiren, kulu gerçek ve ideal ahlaka erdirerek Hakk’a yaklaştıran ve bu suretle de marifetüllaha ulaştıran bir ilimdir. Tasavvuf yolunun öncüleri, çok farklı tanımlar yapmışlardır. Mesela Cüneyd-i Bağdadi, tasavvufu Hakk’ın seni senden gidermesi ve kendisiyle ihya etmesi diye tanımlamıştır.
Tasavvuf yolunu seçmiş olan mü’mine sofi denildiği bilinmektedir. Sofi; dini hükümlere uygun yaşayan, farzları ve vacipleri titizlikle yerine getiren, haramlardan ve dinin yasakladığı hal ve davranışlardan kaçınan ve özellikle sünnet-i seniyyeyi en hassas biçimde yaşamaya çalışan kimsedir. Bir başka ifadeyle sofi, takva libasını giymiş olan kimsedir.
Tasavvuf tarihçileri, tasavvufun pek çok tarifini yapmışlardır.
Bunlardan bir kaçını nakledelim:
Tasavvuf, güzel ahlak ve edeptir.
Tasavvuf, nefis tezkiyesi ve kalp tasfiyesidir.
Tasavvuf, sulhü olmayan manevi bir cenktir.
Tasavvuf, ihlastır.
Tasavvuf, istikamettir.
Tasavvuf, rıza ve teslimiyettir.
Tasavvuf, maddi ve manevi kirlerden arınıp güzel ahlak ve vasıfları kazanarak dini, özüne uygun bir keyfiyetle yaşayabilme gayretidir.
Bunlar ve benzeri meşhur ve güzide tanımları manzum olarak bir araya getiren Aksaraylı Şeyh İbrahim Efendi’nin beyitleri bu konuda zikredilmeye değer.
Tasavvufi hayat, başlangıçta ferdi bir yaşayış biçimi idi. Özellikle Emeviler döneminde islamdaki safvet, sadelik ve tabiilik yok olmaya ve azalmaya başladı. Abbasi Devleti de kanlı ihtilallerle kurulmuş ve başka tür bir kargaşa dönemine zemin hazırlamıştı. İşte bu ortamda münzevi hayatı tercih edip züht ve takva yolunu seçen hal ehli kişiler yetişmeye başlamış ve bunların etrafında bulunan kimseler dergahlarda bir araya gelme yolunu tercih etmişlerdir. Böylece başlangıçta ferdi bir hayat tarzı olan tasavvuf yolunun temelleri atılmıştır.
Artık tasavvuf, ikinci asırda diğer ekoller gibi şekillenip veliler yetiştiren, müritlerin yaşantılarına, huylarına ve ibadetlerine dair özel kurallar koyan bir okul haline gelmiştir. Mürit, bu yolun kurallarını üstadından alır ve ona tam bir teslimiyetle bağlanırdı. Bunun sonucunda mürşitsiz yola girilmeyeceği kanaati yaygın bir hal aldı.
Üçüncü ve dördüncü asırlarda tarikatlar kurulmaya başladı. Aslında tarikat önderlerinin tarikat kurma gibi bir niyet ve maksatları yoktu.
Etrafında toplananlar, sohbetini dinleyenler onun öğütlerini tuttular, hareketlerini ve zikirlerini aynen yapmaya çalıştılar. Böylece o zatın adına bir tarikat doğmuş oldu. Bundan böyle tasavvuf, ferdi yaşayış biçimi olmanın ötesinde kurumsal bir yapıya ve hüviyete büründü.
Özünü nebevi ve ilahi kaynaktan alan, Kur’an ve Sünnet ölçüsünde yaşamayı ilke edinen İslam tasavvufunu, batılı oryantalistler, mistisizm çerçevesinde ele almışlardır. Oysaki mistisizm, İslam tasavvufunu anlatmaya yetmez. Zira mistisizm, görünenin ötesine ve görünmez olana geçme tecrübesidir. Bu anlayıştaki mistikler, Tanrı ile vasıtasız temas kurdukları iddiasındadırlar. Bu anlamda böyle iddialarda bulunma, kendilerini aziz ilan etme hali pek çok dinde mevcuttur.
Tasavvufun mistisizmden farklı yönleri vardır:
a-Tasavvuf, her sufinin bizzat yaşadığı bir haldir.
b-Bu hal, rehber ve mürşit önderliğinde yaşanır.
c-Mürşitlerin Hz. Peygamber (sav)e kadar ulaşan silsileleri vardır.
d-Kişinin zevk, anlayış ve kavrayış seviyesine uygun olarak girdiği tasavvuf yolunun kendisine mahsus adap, erkan ve ezkarı vardır.
Tasavvufi hayatta esas olan dünya değildir. Dünya hayatının geçici oluşundan hareketle ebedi hayatın ölümden sonra başlayacağı ilkesini temel alır. Dini ve ahlaki açıdan kalbin temizlenmesi ve nefsin terbiyesi hedeflenir. Allah sevgisi ve Allah korkusuyla başlayıp Allah aşkıyla zirveye ulaşır. Bu yolda bir mürşid-i kamile bağlanmak suretiyle daha hızlı ve daha emin ilerlemek mümkündür.
İmam-ı Nevevi’ye göre tasavvufta beş esas vardır:
1.Zahir ve batında takvayı şiar edinmek,
2.Sözlerinde ve işlerinde Sünnet-i Seniyye’ye uymak,
3.İkbal ve idbar zamanında halktan bir şey beklememek,
4.Az olsun, çok olsun Hakk’ın her şeyde ve her türlü vergisinde O’na içten boyun eğmek,
5.Ferahlık ve sıkıntı zamanında Hakk’ı düşünüp O’na rücu etmektir.
Bu esaslar dahilinde düşünüldüğünde sağlam tasavvuf çizgisinde
Kitap ve Sünnete uygun halis bir iman ve düzgün bir hayat, Muhammedî
bir ahlak mutlaka bulunmalıdır. Bunlara uymayan yol, Hak yol değildir.

Ethem ERKOÇ
ethemerkoç@corumhakimiyet.net