Ku­rum­lar ar­tık müş­te­ri mer­kez­li ça­lı­şı­yor..
Böy­le olun­ca "müş­te­ri mem­nu­ni­ye­ti" de­ni­len bir du­rum or­ta­ya çı­kı­yor.
Rek­lam da ola­cak ki kim da­ha çok mem­nun edi­yor or­ta­ya kon­sun.
Su­nu­lan hiz­met ve ürün­le­rin rek­la­mı.
**
Ürün..
El­de edi­len, üre­ti­len ya­rar­lı şey, mah­sul.
Vit­ri­ne ko­nu­lan bir ürün pek çok ev­re­ler­den ge­çe­rek ora­ya ge­lir.
Sah­ne­ye ko­nu­lan oyun, ser­gi­le­nen sa­nat ese­ri kim bi­lir ne emek­ler ve­ri­le­rek son şek­li­ni al­mış­tır.
Ye­me­ğin önü­mü­ze ge­lin­ce­ye ka­dar ge­çir­di­ği; buğ­da­yın ek­mek ola­na ka­dar tar­la­dan sof­ra­ya yol­cu­lu­ğu…
De­mi­rin ma­ki­ne ol­ma, al­tı­nın mü­cev­her, çam ağa­cı­nın sı­ra, ma­sa hat­ta ka­ğıt, kur­şu­nun ka­lem ol­ma sü­re­ci..
Ham­mad­de­nin iş­len­me aşa­ma­la­rı…
Bu sü­reç­ler ko­lay ol­ma­sa ge­rek.
**
Evet..
Emek­le­rin ve­ril­di­ği mut­fak kıs­mı, ima­lat­ha­ne ol­ma­dan ürün­le­rin ser­gi­len­di­ği vit­rin kıs­mı dü­şü­ne­bi­lir mi?
İma­lat­ha­ne, ça­lı­şan­la­rıy­la ya abad, ya da ber­bad olur.
**
Mı­sır pi­ra­mit­le­ri ya­pı­lır­ken ça­lı­şan bin­ler­ce kö­le te­lef ol­muş.
Pi­ra­mit­le­re iliş­kin en te­mel so­ru bel­ki de şu: Ne­den böy­le­si­ne bü­yük bir emek se­fer­ber edil­di? Ni­çin bu tür ya­pı­lar ya­pıl­dı?
Ge­nel gö­rüş Fi­ra­vun'un yü­ce­li­ği­nin so­mut gös­ter­ge­si ol­sun di­ye.
Pi­ra­mit­le­rin ya­pı­mı es­na­sın­da iş­çi­le­rin kam­çıy­la ça­lış­tı­rıl­dı­ğı, kö­le­le­rin ta­şı­ma­ya­cak­la­rı yük­le­re zor­lan­dı­ğı da ca­ba­sı. Mev­cut tes­pit­le­re gö­re pi­ra­mit­ler­de yer alan bir pla­ka­nın ağır­lı­ğı 70 kg ve o gün­kü in­san­lar da dev ya­pı­da de­ğil­ler­miş. Da­ha acı­sı ne bi­li­yor mu­su­nuz; yük­se­len pi­ra­mi­din tuğ­la­la­rı­nı bir­leş­ti­ren harç içe­ri­sin­de ölen­le­rin ka­nıy­la-ca­nıy­la can­sız be­den­le­rin de yer al­ma­sı.
Pi­ra­mit­ler, gü­nü­müz­den yak­la­şık beş bin yıl ge­ri­ler­den iz­ler ta­şı­yor ve dim­dik ayak­ta. Ama ay­nı za­man­da dram­la­rın, in­san de­ğe­ri­nin hi­çe sa­yıl­ma­sı­nın, elit­le­rin zul­mü ve kral­la­rın tan­rı­lık id­di­asıy­la gö­ğe mer­di­ven da­ya­ma­la­rı­nın da gös­ter­ge­si.  
**
Or­ta­da bir hiz­met ve ürün var­sa bun­la­rın ar­ka plan­da ça­lı­şan­la­rı, emek ve­ren­le­ri, ter dö­ken­le­ri, üre­ten­le­ri var de­mek­tir. 
Yu­kar­da be­lir­til­di­ği üze­re mut­fak kıs­mı.
Mut­fak ih­ma­le gel­mez.
Mut­fak eki­bi mem­nun edil­mez­se na­hoş şey­le­rin ol­ma­sı mu­kad­der­dir.
Un mut­fak­ta iş­lem gö­rür. Hel­va mı ola­cak, pas­ta mı ola­cak, çö­rek, bö­rek mi ola­cak son­ra­ki iş.
Pas­ta­ne sa­hi­bi vit­ri­ni­ne koy­du­ğu de­ği­şik renk ve de­sen­de ki al­be­ni­li pas­ta­sı­nı, unu­na ve us­ta­sı­na gü­ve­ne­rek met­he­der ve müş­te­ri­le­ri­ne su­na­bi­lir.
So­run ba­zı­la­rı­nın unu, us­ta­yı ve iş­çi­le­ri bil­me­den ün­len­me­ye kalk­ma­sı.
Bun­lar, iş­le­ri­nin un ha­lin­den ga­fil/ha­ber­siz, üs­te­lik ki­bir­li mes­lek, meş­rep ve ma­kam sa­hi­bi; ke­ra­me­ti ken­din­den men­kul ze­vat-ı muh­te­rem.
Mev­la­na'dan yo­rum­suz bir hi­ka­ye:
Bir za­man­lar Ayaz ad­lı bir kö­le var­mış. Tak­dir bu ya, kö­le bir gün Sul­tan Mah­mud'un kö­le­si ol­muş. Sul­tan, kö­le­yi ta­şı­dı­ğı asil ka­rak­te­ri se­be­biy­le çok sev­miş. Der­ken Sul­tan'ın öy­le­si­ne iti­ma­dı­nı ka­zan­mış ki, bü­tün sul­tan­lı­ğın haz­ne­da­rı ta­yin edil­miş ve en kıy­met­li ve za­rif mü­cev­her­ler, taş­lar ona ema­net edi­lir ol­muş. Bu ge­liş­me­yi gö­ren sa­ray­lı­lar ise du­rum­dan pek ra­hat­sız ol­muş­lar. Ha­set­le­ri ve ki­bir­le­ri yü­zün­den, sö­züm ona ba­sit bir kö­le­ye böy­le bir mev­ki ve­ril­me­si­ni ve ken­di rüt­be­le­ri­ne çı­ka­rıl­ma­sı­nı bir tür­lü haz­me­de­me­miş­ler. Çe­şit­li ba­ha­ne­ler­le Sul­tan'a şi­ka­yet et­me­ye baş­la­mış­lar ve asil ruh­lu kö­le­nin iti­ba­rı­nı ze­de­le­mek için el­le­rin­den ge­le­ni yap­mış­lar. Bir gün Sul­tan'ın hu­zu­run­da bir sa­ray­lı­nın di­ğe­ri­ne şöy­le de­di­ği du­yul­muş:
"Kö­le Ayaz'ın sık sık ha­zi­ne­ye git­ti­ği­ni bi­li­yor mu­sun? Onun mü­cev­her­le­ri­mi­zi çal­dı­ğın­dan adım gi­bi emi­nim." Sul­tan ku­lak­la­rı­na ina­na­ma­mış.
"İşin as­lı­nı ken­di göz­le­rim­le gör­me­li­yim" de­miş. Du­va­ra kü­çük bir de­lik yap­tı­rıp, içe­ri­de olan­la­rı sey­ret­me­ye ha­zır­lan­mış. Kö­le­nin ses­siz­ce içe­ri gir­di­ği­ni, ka­pı­yı ka­pat­tı­ğı­nı ve san­dı­ğa git­ti­ği­ni gör­müş. Ora­da sak­la­dı­ğı kü­çük bir boh­çay­mış bu. Boh­ça­yı öp­müş al­nı­na koy­muş ve son­ra da aç­mış. İçin­den çı­kan kö­ley­ken giy­di­ği yır­tık pır­tık bir el­bi­se! Ay­na­nın kar­şı­sı­na geç­miş. Ken­di ken­di­ne, "Da­ha ön­ce­le­ri bu el­bi­se­yi giy­di­ğin za­man­lar kim ol­du­ğu­nu ha­tır­lı­yor mu­sun?" di­ye sor­muş.
"Bir hiç­tin sen… Hep­si hep­si sa­tı­la­cak bir kö­ley­din ve Al­lah, Sul­tan'ın eliy­le sa­na rah­me­tin­den bel­ki de hiç hak et­me­di­ğin ni­met­ler lüt­fet­ti. As­la ne­re­den gel­di­ği­ni unut­ma! Çün­kü mal mülk in­sa­nın ha­fı­za­sı­nı uçu­rur, unu­tu­luş­la­ra sü­rük­ler. Şim­di sen de, ni­met­çe sen­den aşa­ğı olan­la­ra ki­bir­le bak­ma ve da­ima ha­tır­la Ayaz, ha­tır­la!" San­dı­ğı ka­pat­mış, ki­lit­le­miş ve ses­siz­ce ka­pı­ya doğ­ru yü­rü­müş. Ha­zi­ne da­ire­sin­den çı­kar­ken bir­den Sul­tan'la yüz yü­ze gel­miş. Sul­tan göz­le­ri­ni Ayaz'ın yü­zü­ne dik­miş du­rur­ken, ya­nak­la­rın­dan aşa­ğı yaş­lar sü­zü­lü­yor­muş ve bo­ğa­zı öy­le dü­ğüm­len­miş ki, ko­nuş­mak­ta güç­lük çek­miş.
"Bu­gü­ne ka­dar mü­cev­her­le­ri­min ha­zi­ne­da­rıy­dın, ama şim­di…Kal­bi­min ha­zi­ne­da­rı­sın. Ba­na, be­nim de önün­de bir hiç ol­du­ğum ken­di Sul­ta­nı­mın hu­zu­run­da na­sıl dav­ran­mam ge­rek­ti­ği der­si­ni ver­din."
Ves­se­lam...