7 GECE SONRA
Anne annenizin, eli maşalı pimpirikli bir kız kardeşi var biliyorsunuz; Dudu, nam-ı diğer Duduş. Zavallım gergin geçimsiz tabiatının farkındalığıyla "anlaşamam" diye kimseyle evlenmemiş. Oysa  Kuran'ı Kerim'i baştan sona hıfzetmiş bir Hafize o.. Bilip tanıyanlar ona Dudu Hoca, Dudu Hafıze derlerdi biz Duduş Teyze. 
O yarı yatalak kadıncağızın, devletten maaşlı iki erkek kardeşi ve çok odalı, koca bahçeli evleri olduğu halde, çoğu zaman yavan ekmeği dahi zor bulan bizlerle neden kaldığına hala akıl erdiremem. Fakir ama gönlü bol babacığım hanesine sığınanı Tanrı misafiri kabul ettiğinden anama tek bir kelam etmezdi.
Duduş, gün boyu serili yatağında bazen oturumuna gelir, koynu yahut yastık altında sakladığı o özel rengarenk ipliklerden örme, ağzı büzgülü, püskül lü Osmanlı para kesesinden çıkardığı çil çil altınları yere saçar keyifle seyreder di onları.. Biz üç çocuk onların şeker meyve tadında bir şey olduğunu sezer  sokulur duk yanına. O, mamasına el uzatılan mırnavlar misali birden huysuzla nır, haşlardı bizi; 
-Aha, benden habersiz bu liralarıma tek bir kere dokunur harcarsanız ateş olsun yaksın, yılan olsun soksun sizleri emiiii! 
Derdi. Bizler şu zamanın çocukları gibi ona kızıp darılacağımıza güler geçer dik! Dedik ya babamızın dediğince o hasta, zavallı bir acuze, Tanrı'nın bize emaneti, misafiriydi. 
Huysuzluğu yanında Duduş'un tek fantezisi onca cimriliğine rağmen arada bir avucuma koyduğu akçeleriydi!
-Nasıl yani?
Efendim, o kırklı ellili yıllarda çoğu evde çeşme olmadığından kullanma sularını mahalle meydanında gün boyu gürül gürül akan beş oluklu kümbetten taşırdık. Duduş, arada bir asık suratına pek yakışmayan o zoraki sırıtışıyla beni yanına çağırır;
-Gel len Mestene, berime gel şöyle!
Korkarak yaklaşırdım. Sadece kendisinin kullandığı bakır abdest ibriğini bir elime tutuşturur, diğer avucumu açar ortasına kenarları kirtişli  gümüşi bir kuruş, yahut altın sarısı ortası delik yüz para kor. 
-Al len şunu mesdene, şadırvandan doldur da gel hadi. Derdi. 
-Eee ne güzel işte..
-Güzel  güzel de, ah ardından etimi koparırcasına o çimdik gelmese!
-Niye ne alaka?
-Ne bileyim, verdiği paranın yangısından belki de.
-Anacığımın dinlemeye bıkmadığımız bir masal tadında o hayat hikayesini fırsat oldukça kaldığı yerden anlattırır merakla dinlerdik. O çektiği acıların zehri ni azar azar döküp ferahlarcasına usanmazdı anlatmaya. Bakın işte yine aylar dan aralık. Uzun bir kış gecesi. Oda ortasında sehpa misali yüksekçe teneke ekmek kutusu, üzerinde gaz lambası, beride büyükçe bakır tepsi içinde beyaz  papatyalar misali babamın mısır patlatması … 
Anne-Yavrularım, yıllar yılları kovaladı. Nasılsa o zamanın kızları erken olgunlaşan meyveler misali tezden boy atar serpilirdi. Netekim ablam 16 sına vardığın da boy bos endamıyla çiçeği burnunda olgun tam bir gelin namzediydi. Çarşı içi konak sahibi ve de tanınmış esnaf ailesi olduğumuzdan dünür gelen gelene. Derken, anne annenize o yaz ortası yüksek ateş ve dermansızlıkla -kendini gösteren acayip bir hastalık tebelleş oldu. Yatağa düştü. Günün çoğunu yatarak geçirdiğinden gelen dünürler geri çevriliyordu; Altıncı ayın sonunda  iyi olacağından umudunu kesen ciğerparem bir gün babama; "Şu hayatta bir bülbül, iki gül goncası kızım var, ölmeden, hiç değilse evlatlarımdan birinin mürüvve tini görüp de öyle göçeyim şu dünyadan" diyerek son talibe he dedirdi.Nişan, düğün fazla uzamadan, gelin oldu gitti .Anamın "dert ortağım, sağ kolum" dedi ği teyzenizin gidişi evden sofradan eksilişi  pek mahzunlaştırdı onu. Marazı iler ledi. 35 yaşında, genç kızlığında ilmek ilmek hazırlayıp getirdiği çeyizleri  eskimeden solmadan o bize, biz ona doymadan o sonbahar sabah nefesi hızlandı, sarardı soldu birden, yumdu gözlerini! Başucunda biz, öptük kokladık dualarla." Ne olur anam daha biz küçücüğüz, bırakma bizi ne olur, Alma Allah'ım onu alma bizden" diye yalvardık yakardık ağladık. Nurlu yüzü, dudaklarında hafif tebessümüyle o güzel gözlerini son bir kez daha açtı, baktı üçümüze. " O, çağırınca gidilir. Ben sizleri bana gel diyen Rabbime emanet ediyorum yavrula rım, birbirinize iyi bakın sahip çıkın emi." diyerek son nefesini verdi. Sesli ağlarsak duyar da üzülür diye, hıçkırıklarımızı tutmaya çalıştık, sarıldık, öptük tekrar tekrar o kınalı ellerinden…
Günler haftalar aylar geçti…
Babamız başımızdaydı elbet ama,  sabah erkenden kalkıp bütün gününü işe dükkana verdiğinden anamızın eksikliği acısını azaltıp teselli edecek pek bir faydası olmuyordu. Ablam zaman zaman kocasından müsaade çıktıkça bize uğrar, yemek yapar, anacığımızın ettiğince, tek tek bizi kucağına oturtur, saçımızı okşar öpüp koklardı. Dönüş vakti hiç gelmesin isterdik. Biz nice çaresiz yetimler gibi hasreti yürek acısını pek küçükken tattık. Onun içindir ki kuzula rım, ne zaman bir dalda yanık bir kuş sesi, kuzu melemesi, hasret, ölüm  üzre içli bir türkü şarkı gelse kulağıma, dayanamam ağlarım. Tabii o zaman da siz "ana burnun havuç gibi kızardı şişti yine diye gülüp  maytap geçersiniz benimle..   
Birdenbire üç kardeş gülüşmeye başlamıştık ki
Anacığım, yarası kanamışçasına içli içli iç çekmeye başlamıştı. Elleri benim, ağabeylerimin başındaydı. 
Yavrularım, inşallah sizler küçük yaşta  anasız kalmazsınız. Öldüğüme  yanmam, yanmam da, aha benim gibi üvey eline düşmenizden korkarım. Mezar  da dahi rahat edemem. Ben çok çektim üveylikten çoook. Daha fazla devam ede meyeceğim haydi herkes uyku ya."
Dudaklarımızda  buruk tebessümlerle  gömüldük yataklara.     (Devam Edecek)