Beklemek zor gelir insana. Sonucunu bildiğin bir şeyi, gün sayarak, saat sayarak ya da dakika sayarak bile olsa eninde sonunda ulaşacağını bilmektir beklemek.  Askerde asteğmendim. Biz de erlerle birlikte gün sayardık. Muvazzaf olanlar bu duruma dayanamaz, "askerliğin içine ettiniz lan!" diye kızarlardı. Haklılar. Askerlik, sonu hasretle beklenecek, bittiği gün iple çekilecek bir mevzuu olmamalıydı. Giderken davul zurna ile git ama dönüş gününü iple çek... Peygamber ocağından dönmeyi ister mi insan?

Şırnak'ın Irak sınırında bir karakolda, dağın başında, askerle katırlardan başka kimselerin bulunmadığı bir bölgedeydik. Benim timde bir asker vardı: İki kez kaçış vukuatı olan. Merak ettim derdini, dinleyip anlamaya çalıştım kendisinden. Heyecanlı ve bir o kadar tutuk konuşuyordu. Ne de olsa halini hatrını soran, bir komutandı. "Sakin ol ve anlat" dedim. Kantinden bir çay söyledim. Sakinleşti. "Anam" dedi. "Özlemiş" dedi... Sekiz aydır bir kez görüşebildiğini anlatmaya çalıştı. Doğu kökenli şivesinden anlayabildiğim kadarıyla, kaçmasına, daha doğrusu kaçamayışına sebep olan anasıymış. Problemi çözmek için, iyi anlamak lazım. Dışarıdan bakıldığında, zayıf akıllı birisinin iki kez deneyip, bir sonrakini de denemekten çekinmeyeceği kaçış macerasıydı. Askerin konuşmasından anladığım o iki kelime: Ana ve özlemek, komutanlarımız için konuyu anlamaya yeterli bir karşılığı yoktu. Karakolda o askerle ilgili bir cümle kurulacaksa içerisinde "geri zekalı, deli, sıyırmış" kelimeleri de mutlaka olurdu. Askerin terhisi, bu kaçış teşebbüslerinden dolayı birer haftadan iki hafta geri tepmişti. Üçüncü denemenin yapılması bu yüzden imkansız gibi görünüyordu. 
Yine çok uzaklarda, umutların bile tırmanamadığı o yalçın dağda şafağı beklerken, bir sabah, askerin anası çıkageldi. Dışarıda iki metre kar. Sıcaklık eksi yirmi derece... Yetmişlik ana son beşiğini görmeye gelmiş. Üstüne bindiği katır ondan beter. Gerçi katırın gücü, ne pahasına olursa olsun, o anayı taşımaya yeter... O bile anlamış meseleyi. Yanlarında köy korucusu ile üç saatte çıkmışlar karakola. Haber vermişler, koşup geldi asker avluya. Yokuşun başına kadar koştu anasına. Sarıldılar, kucaklaştılar, koklaştılar... İlk kez orada gördüm kitaplarda yazan bağrına basmak deyimini; Bir ananın gücünü kuvvetini... Yetmişinde bile olsa bitmeyen evlat hasretini. Kadıncağız anlamadığımız bir dilde ve üslupta, ezgili bir yakarışla yoğurdu adeta oğlunu. O an orada bir ağıtın bestelenişine şahit oluyordum. En küçük çocuk olmak ne güzelmiş dedim içimden. Kardeşimi kıskanmamda haklıymışım. Hiç bitmesini istemediğim, bozulacak düşüncesiyle nefesimi tuttuğum bir sahne yaşıyordum. Olaya şahit olan askerlerin hepsi, onlarla beraber sarıldılar sanki kendi analarına... Asker, karavanadan yemek aldı geldi anasına. Beraber yediler. İçtimaya da çıkmadı sonra. On bir - on beş nöbetimden döndüğümde ana gitmişti. Karakola açılan yola dikkatlice kulağınızı verseniz, kırık dökük ağıttan geri kalan yakarışları duymanız mümkün olabilirdi. Akşam yemeğinde, tüm askerlerin sırtı bir ana tarafından sıvazlanmıştı. Yüzleri müşfik ve bir o kadar munisdi. Karakol o akşam sessizdi.

Sonraki günler herkes ona, kendi anasını sorar gibi sordu: "Anan nasıl?" Duyduk ki komutan iki hafta geri tepme cezasını da silmiş. Karakolun delisi akıllanmıştı. Asker, anasına iyice anlatmıştı ne kadar kaldığını. Herkes rahat rahat gün sayabilirdi artık.
Sayılı gün geçer. Beklemek nedir ki? Sonunda salınan bir yar olsun tek! 

Planda programda olan bir sabaha uyanmak işin kolayı... Yiğidin harman olduğu ortam tam da burada başlıyor. Beklenti, insanın kafasının içini yiyip kemiren en maharetli virüstür. Sizi nereye götüreceği belli olmayan, sınırları kestirilemeyen bir labirentin içinde şuurunu yitirmiş bir fareye dönderir insanı. Şu an dünyada, beklentilerini omuzlamış milyonlar evlerinde oturuyor. Yarına ait hiçbir şeyi kestiremeden. Aynen o askerin anası gibi...