Ayaklarımın beni neden sürüklediğini bilemediğim ama yanından geçerken de tuhaf bir keyif aldığım yerden geçiyordum. Ulu Cami'den... Abdest almaya soyunanların biraz sonra ellerini bağlayacakları, huzura duracakları mekana, kaçıncısını gireceklerini hatırlamadıkları, çoğunun yüzleri düşük ve umutsuz nakaratlarını izlemek, bir inip bir kalkan güvercinlerin kanat vuruşlarını dinlemek, civardaki fırınlardan gelen taze ekmek kokularını içime çekmek, bir esnafın sabah durgunluğunu atmak ve kendisine bir şevk vermesini istercesine attığı narayı dinlemek, sebepsiz kornaya basan bir sürücünün, bulunduğu tablonun doğal bir parçası olduğunu bir daha düşünüp onu da yadırgamamak, arastanın içine doğru dalıp, salkım saçak teşhir edilen ürünlere dokunmadan geçmeye çabalamak...


Caminin ölüm ilan panosuna yazı yazan kişi, her zaman yaptığı gibi elinde ki kağıttan, bilgileri doğru okumaya çalışıyordu. Kalın dereceli gözlükleri ile kağıdın içine girecek gibiydi. Sonunda anladığını düşündüğü ismi yazmaya başladı. Uzun bir süre, okumaya çalıştığı not kağıdı ve yazma işini bitirdikten sonra tabelaya yaklaşabildim. İlk anladığım, birbirlerinden ayrılan kalın çizgilerden, üç meftanın olduğuydu. Sonuçta, bir el yazısından ne beklenirdiki? Biyografi kısmı, yazıyı okuyanların, kişi ile ilgili oluşan düşüncelerinde saklıydı. Zihinlerinin bir köşesinde, kimi altın çerçeveli, kimisi silik, kimisi yoktu... Falanca köyden gelme, filancanın kızı, falancanın dayısı, filancanın kayın biraderi... Budur! Bu kadar mıdır? Bütün bir hayatın özeti karşımda...Peki ya hiç kimsenin bir şeyi değil ve bir köyün bile yoksa! Sonra birden şükrettim istemsiz. Köyüm de var akrabalarım da. Tabelada bayağı yer kaplarım diye düşündüm. Okuyanlar birisinden çıkaramazsa diğer akrabadan, isimlerden çıkaramazsa da, köyden ulaşırlardı. Yalnızlık kötü bir şey. İnsan tahtada bile yalnız kalmak istemiyor... İlan tabelası, nüfus kayıtlarından daha doğru olmalıdır. 


Tahtaya yazılanlardan ilk ikisini hiç çıkaramadım. Ama sonuncusu! Bir daha, bir daha okudum. İsmi okuyamadımsa da yaptığı iş, kimliğini kesinleştiriyordu. "Belediye eski baş katibi." Biraz önce aklımdan geçip, başıma gelmesinden korktuğum şey, karşımda duruyordu. Yapayalnız bir baş katip... Belediye binasında işten güçten başını alamayıp, işini yaptırmak isteyen insanların başına üşüşüp daralttığı günlerden, buraya, bu tahtaya, köysüz, beldesiz ve hısımsız düşmek... İlk iki isim de hak etmiyordu böyle kötü yazılmayı ama üçüncüsü hiç hak etmiyordu. Bir haber verseydiniz koşar gelirdim. Kesik uçlu, güzel bir kalem alır, özene bezene yazardım. Rahmetlinin ömrü hayatını yazı işleri ile geçirmiş, en kıymetli devlet evraklarını itina ile özenle yazmış, tasnif etmiş, üstüne titremiş birisi olduğunu bilmesem, etkilenmezdim o kadar. Büyük saygısızlık! Belediye baş katibi, hiç olmazsa tabelada güzel durmalıydı. Bunu düzeltmeliydim. En yakın kırtasiyeden bir gazlı kalem bir de silgi alıp geldim. Rahmetlinin bilgilerini güzelce yazdım. Tabelanın karşısına geçip bir daha baktım. "Evet, şimdi oldu!" dedim. Yanda ki çay ocağına oturup bir çay söyledim. Yaptığım işi tasdik eder düşüncelerle çayımı yudumlarken bir amca tabelanın önünde dikildi. Yanına gelen başka birisine ölenlerin kim olduğunu anlatmaya başladı. "Bizim köyden" dedi. "Felancanın oğlu" dedi. Sonra başka birileri ve diğerleri... Hiç kimse baş katip'ten söz etmiyordu... O kadar da güzel yazmama rağmen. 


Öğle namazı cami, hiç olmadığı kadar kalabalıktı. "Ondan" diye düşündüm. "Vatandaş bilmez tabi" dedim. Devlet erkanı, bürokrasi, onu daha yakından tanır dedim. Öyle olmalıydı... Cenaze namazı çok kalabalıktı. Merakla, kimlerin hangi cenazenin ucundan tutacağını bekliyordum. İlk iki cenaze ile bütün kalabalık gitti. Baş katibin cenazesinde, benimle beraber on kişi vardık. Sağdan soldan esnaf omuz vermese, mezarlığa zor varacaktık. Tuttuğum kolun yanında, nefesini hissettiğim oğluymuş. Cenazeden sonra "başınız sağolsun" dedim. "Özellikle buraya defnedilmek istedi. Doğduğun yer değil, doyduğun yer derdi" dedi. Karşılaşılan bu manzaranın sorumlusunun rahmetli olduğunu ve durumdan memnun olmadığını ifade etmeye çalıştı. Ben de ona biraz ötede ki bir mezarı gösterdim: "Bak bu da eski belediye başkanlarından. Buralı değildi ve kimi kimsesi de yoktu. Babamla mezar ziyaretine geldiğimizde, buraya uğramadan gitmezdik. Çok severdi onu. Örnek alırdı kendine de." Bu sözlerimden sonra biraz rahatlamış gibiydi. "En azından ben gelir, bakar bakıştırırım" dedim. Oğlan iyice rahatlamıştı. Sonra mezar yapımından söz etti. Onunla da ilgilenebileceğimi söyleyince, boynuma sarıldı. Cenazeye geldiğinden beri karşılaştığı en güzel şeyin, babasının isminin yazıldığı ilan tabelası olduğunu söyledi. "Çok güzel yazmışlar. Mezar taşına da öyle güzel yazarlar mı ki" dedi. Gülümsedim...
 

Seni yazan için okuyandan daha değerlisin

Tek işin gördüklerin seni bilmesin

Mühürdür elini değdiklerin, sevindirdiklerin

Düşün ki bunları böyle bir umut, bekleyebilesin...