Geçenlerde televizyonda bir röportaj izledim.  Programa konuk olan kişi, film ve dizi oyuncusuydu. Sunucunun bir sorusuna verdiği cevap beni çok etkiledi ve düşündürdü:
Soru: Size gelen rol tekliflerinde neye dikkat ediyorsunuz? Bu konuda her hangi bir kriteriniz var mı?

Cevap: Senaryonun tamamını inceledikten sonra kendime şu soruyu soruyorum: "Bu rolü ben oynamasam, ortaya çıkacak ürün ne kaybeder? Cevap, yapımın kaybı yönünde olursa, kabul ediyorum."

İsviçre çakısı gibi söz. Nereye monte etsen oraya ışık tutar. Peki ya ışığı tuttuğumuz, kendini temiz sanan yüzey utanmaz mı? Midas kulaklarıyla barışık olsaydı, halkına zulüm çektirirmiydi? On binlerce insanı öldüreceğini bilseydi Einstein atom'u parçalarmıydı?  

Günümüzde her şeyin ulu orta, meydanda olması iyi değil. Temizlik, berraklık, saflık, duruluk üzerine tasvirler televizyon reklamlarında kaldı. Adına strateji diyorlar. İnsan nefsinin tüm yaramazlıklarının cirit attığı üç yüz gramlık beynin nelere sebep olduğunu görüyor ve aynı şaşkınlığı bir daha bir daha yaşama yüzsüzlüğünü gösteriyoruz.
Mekânın sahibi müzisyene soruyor: O elindeki zurna olmasa sen ne işe yararsın? Mekân sahibine soruyorlar : Bu işletme olmasaydı sizi kim tanır, kim bilirdi? Market çalışanına soruyorlar: Domates tarlada bir lirayken neden burada beş lira? Bitmez...

Yazının başındaki röportaja konu olan soruyu iyi anlamazsak, bir sürü lüzumsuz soruya, yine bir sürü müthiş(!) cevaplar bulup, kasıla kasıla bitmeyen sohbetlerini yaparız. Zaten kahvehane köşeleri bunların lakırtısını yapmak için oluşturulan düzeneklerle doludur. Kimliğimiz, kişiliğimiz, karakterimiz, huyumuz, huysuzluğumuz, triplerimiz, şivemiz, tipimiz... Her şeyimiz tartışmaya ve konuşulmaya açık hale gelir birden. 

Röportajdaki soruyu olumlu yönde geliştirmek istiyorum: Bulunduğumuz yerdeki varlığımız, daha faydalı olabilir mi? Bunun için yapılabilecek bir şey var mı? Kendimi geliştirerek olumsuz duruşu değiştirebilir miyim? Varlığımı pekiştirmek ve sevdirmek adına kendimi nasıl parlatabilirim?

İlkokulda halk kütüphanesine giderdim. Sessizliğin içinde kaybolduğumu düşünür, etrafa tekrar tekrar bakma ihtiyacı hisseder, büyük raflardan taşan koca kitapları görünce ürkerdim. Ağzı dili olmadan, gözünün önünü göremeden, dallarını büküp içine katlamış bir çınar gibi, birilerinin ona uzatacağı müşfik eli bekliyorlardı. Büyük bir anıt mezarda ebedi saygı duruşundaydım sanki. Salonda bulunan onca insanın neredeyse nefes almadan çalışması, bana hayranlık veriyor, bir tabloya bakar gibi saygıyla soluyordum havayı. Kitap araştırmak için çıktığım raf turunu, kazasız belasız, en ufak bir çıtırtı çıkarmadan tamamlayıp masama dönmek beni gururlandırıyordu. Başardım diyordum içimden. İyi bir ansiklopedi okuyucusuydum. Çevirdiğim her sayfada büyük sürprizlerin beni beklediği, kütüphanenin gözdesi. Bir sonraki sayfayı hışırdatmadan çevirmek. Bu konuda çok iyiydim. Çevirdiğim sayfanın da hakkını vermem, iyice bakmam gerekiyordu. Bu konuda diğerleri gibi olmam gerekiyordu. Maymun iştahlı sayfa karıştıran çocuklara hiç iyi bakılmadığını biliyordum. Arada sırada bu koca salonun hakimine gözüm takılıyordu. Herkesi rahatlıkla görebileceği platformun üzerinde, oturduğu sandalye ile bütünleşmiş, önündeki evraklara bakıyordu. Sık sık salonu süzüyor, kalın dereceli gözlüklerini önüne düşürüyordu. Orta sertlik bir bakışı vardı. Her an kızmak üzere gibi. Ama sesini duyan da yoktu. En fazla bir "şşşş" sesi... Ufak tefek, naif yapısıyla bulunduğu o zeminde, hiç güce kuvvete ihtiyacı olmadan, bir koca salon dolusu insana nefes aldırmıyordu. 

Bir defasında oturduğum sandalyenin bacağı gıcırdadı. Hemen göz göze geldik. Gözlüğünün üzerinden bakışı ve kaş çatışını hiç unutmam. İki saat boyunca önümde duran açılı sayfaya baktım. Tekrar gıcırdamasın diye put gibi ve nefessiz. Ta ki o, mola için salonu terk edene kadar.
Geçenlerde bankaya gittim. Sosyal mesafe uygulaması vardı. Ben dış kapının en önündeydim. Bir müşteri çıkarken ben girdim. Kontrol olmasına sevindim. Benim ardımdan gelen bir kişi, havanın sıcak olduğunu içerde beklemek istediğini söyledi. Güvenlik görevlisi de isteğini kabul etti. Ben bankodan sıra almış bekliyordum. Sıra lambası bana yanması gerekirken, sıcaktan bunalmasın diye içeri alınan kişinin numarası yandı. Güvelik görevlisi, sebep olduğu durumun farkında mı diye ona baktım. Farkında değilmiş gibiydi. 

"Gördün mü" dedim.
"Neyi" dedi.
"Virüs'ün adaletini" dedim.
Güldü...
Aslında görmüş ve her şeyin farkında olduğunu sonraki cümleleri ele verdi:
 "O hatırlı müşteri."
Sistemi kurmak boyda posta, güçte kuvvette değil. Akılda bitiyor. Kütüphanedeki o ufak, kalın dereceli gözlüklü, zayıf kadın aklıma geldi. Ne büyük bir iş başarıyormuş dedim. Aslında başarmış olduğu tek bir şey var. Kuralı uygulamış, uygulatmış ve herkesin farkına varmasını sağlamış. O kadar!
Belinde tabancası olan güvenlik görevlisi, o boyuyla, o posuyla, o rozetiyle kendisinden beklenen nizamı sağlayamıyordu. Bu durumları araştırdığınızda altından hep aynı cevap çıkar: Sistem. 
Sistem de kitap gibidir. Onun da ağzı dili, gözü kulağı yoktur. Daha nadirdir. Kitabı bulabildiğiniz gibi bir rafda rastlayamazsınız. Ama insanların daha çok tercih ettiği seçenektir. Kitaba göre daha kaypak olduğundan belki de. Tutup birisinin suratına da fırlatamazsınız. Varlığı çok samimiyetsiz bir durum teşkil eder. Haksızların, haksızlıkların can simidi, haklıların da avutulduğu bir cevaptır; 
Sistem hatası...

Valla ben bu virüsün adaletini sevdim. Sadece virüs uygulamasına uyulsaydı, sıcaktan bunalan o müşteri içeri giremeyecek ve bankacılık sistemindeki torpilli duruşunu kullanamayacaktı. Sırasını beklemiş ve yerini hak etmiş kişi dikkate alınacaktı. 

İnsanlar kuralları, kaideyi yine kendileri için dizayn ederler. Bunu inanarak, samimi yapmak lazım. İnsanların iç onayından pürüzsüz geçmesi lazım. Bulunduğumuz yerdeki duruşumuz, güce kuvvete dayalıysa, hafif bir esinti yeter bize; Gerek kalmaz fırtınaya. 

Kütüphaneye en son gittiğimde onu göremedim. Bir daha da ayaklarım gitmedi. Belki de gözlüklerinin üzerinden bakıp, bana "orada olduğunu hatırlatacak" birisini göremeyeceğimden....