Şehir merkezinden uzakta, apartmanın en üst katında, bir cephesi doğuya bir cephesi park'a bakan, üstüne üstlük balkonunda bir de barbeküsü bulunan, güzel bir evde oturuyordum. Benden başka bir tek kuşların sefasını sürebildiği, zor askerliğimin en olumlu sonucuydu bu ev. Kazandığımızı harcamamız mümkün değildi dağ başında. Asker dönüşü elimdeki para, kabası bitmiş olan kooperatif hissesine yetmişti. Evin beşinci kat ve asansörsüz olmasına kafayı takmamıştım. Nasıl olsa oturmayacaktım. Öyle sanıyordum. 
Evliliğimin ilk yılı şehir merkezinde kirada oturdum. Ev sahibimiz iki çalışan olduğumuzu görünce iştahlanmış, kiracılığımızın seneyi devriyesinde yüzde iki yüz zam yapmaya kalkacak kadar gözü dönmüştü. Biz de mecburen, şehrin en uzak bölgesindeki, yapımı yeni bitmiş olan evimize taşınmaya karar verdik. Bunu duyan ev sahibi, gözü dönmüş ihtiraslarını biraz yontarak, yüzde yüze razı olduğunu söylese de biz kabul etmedik. Helalleştik. İçerideki yakmadığımız kömür parasını vererek büyük bir insanlık(!) yapmayı da ihmâl etmedi. Neler var, neler duyuyoruz! Kanlı bıçaklı ayrılanlar, mahkemelerde sürünenler... Bu bir nimet. İnsan dikkatli bakınca o kadar şükredecek şey bulabiliyor ki! En azından benden önceki kiracı gibi tüm duvarlara çivi çakmadım. Bizden önce çıkan astsubay emeklisiymiş. Beylik tabancası varmış. Evden çıktığını bile gören duyan olmamış. Bir sabah bakmışlar ki ev boş! Duvarlar kevgire dönmüş. 
Kiracılığı görmesem kendi evimin kıymetini bilemezdim. İyi olmuştu. Beş kat çıkıyor ama koymuyordu. Her çıktığım katta aklıma eski ev sahibim geliyor, daha şevkle tırmanıyordum merdivenleri. Gençtik. Henüz yorulmuyorduk da.... Eşyalarımız eve tam sığdı. Olumsuz düşüncelerimizi balkondaki barbekü gölgeliyordu. Daha ne olsun! Komşularımız çok iyiydi. Hele de karşı komşumuz ile bir süre sonra akraba gibi olduk. Gidip gelmeye başladık... Karşımızda kocaman bir park vardı. Sık sık balkonda mangal yakıyorduk. İyi ki taşınmışız düşünceleri arasında birkaç yıl geçti.
Sonra karşı balkondaki adam çarptı gözüme.
Üçüncü katta oturuyordu. Evi bizimkinden çok farklı değildi. Farklı olarak, onun balkonu batıya bakıyordu. O kadar... Bu semtin evleri meşhurdur. Hepsi tornadan çıkmış gibi tek tiptir. Caddeleri, sokakları geniş ve intizamlıdır. Bir mimarın elinden çıkmış, insanlar için yapılmış gibi... Her ne kadar eşit şartlar söz konusu olsa da, adamın bazı hâl, tavır ve devinimleri, tuhaf bir kıskançlık duygusuna kaptırdı beni. Sıradan bir balkon, nasıl olur da bu kadar keyifli bir ortama dönüşebilirdi? Balkonun bir köşesinde bulunan sedir, açılır kapanır bir şekilde oluşturulmuştu. Batı'dan gelen akşam güneşini kesmek için bir de tentesi mevcuttu... Adam her iş dönüşü, kızı ve eşi tarafından itina ile hazırlanan köşedeki sedire, her kızı olanda şahit olduğum, "peşin satan" duruşuyla uzanıyordu. Çay demliği, bu sahnenin en kıymetli parçalarından birisi olarak yerini alıyordu. Adamın ne iş yaptığını kestirmeye çalışıyordum. Her ne iş yapıyorsa da, keyif adamı olduğu belliydi. Yemekler yenip kalkıyor, çayın biri bitip diğeri doluyordu. Bütün bunlar olup biterken adam, hiç istifini bozmuyor, günün yorgunluğunu atmanın tadını çıkarıyordu. Çekirdek çitleme sesleri, ağustos böceğinin sesini yatıştırmaya çalışıyordu. Uzun yaz gecelerinin daha da uzadığını düşünmeye başlamıştım. Bir ara adam kalktı ve gitti. Uzun süre gözükmedi. Babasının yerine kızı oturdu bir süre. Hayır! Balkonun görüntüsü bozulmuştu. Kız dolduramıyordu babasının boşluğunu. Ertesi gün baba gelmeden, anneyi de otururken gördüm. O da yakışmıyordu. Sedirin hakkını baba veriyordu. 
Uzun süre her dışarı bakışımda gözüm karşı balkondaki adamı arıyor ve her gördüğümde balkon, emin ellerde diye huzur buluyordum. Bir yandan da biraz daha para kazanıp üçüncü kat batı cepheli, balkonu sedirli, tenteli bir ev almam gerek diye düşünüyordum. Öyle hemen olmaz! Çalışmak lazım. Üst üste koymalı. Belki o adam daha önce bodrum katta oturuyordu. Yoğun bir yağışta oturdukları bodrum katını su basmıştı. Kim bilir? Bu sefa ortamının altını da bilmek lazım. Uzun yıllar gösterilmiş bir sabrın sonucu Allah, Onu mükâfatlandırmıştı. Ben ne yapmıştım ki henüz! Neresindeydim ki hayatın? Ne yaşamıştım ki mükâfat bekleyim? Bu kıskanç düşüncelerimden ötürü adamdan özür dilemeli, hatta helâllik istemeliydim.  
Bir pazar sabahı adam taşındı. Gün boyu taşınmalarını izledim. Daha iyi bir yer buldular diye düşündüm. Asansörlü... Balkondaki sediri götürmediler. Tenteyi de... 
Bir hafta sonra yeni ev sahibi geldi. Tenteyi söküp balkona siyah bir örtü çektiler.
Birkaç hafta sonra depo anahtarını çoğaltmaya anahtarcıya gittim. Bir müşteri işini bitirmek üzereydi. Sıra bana gelince anahtarcı giden müşteriyi işaret ederek: "Mahallemize yeni taşındılar. Üç hafta oldu. Hatta sizin tam karşınıza düşüyor... Görmüşsünüzdür belki de!"
    Demek sedir'in yeni sahibi buydu. Tanımam, bilmem mümkün değildi. Siyah örtü aramıza girdiğinden beri orası, batı cepheli bir üçüncü kat dan başka bir şey değildi. Belki de böylesi daha iyi olmuştu. Her gün şahit olduğum balkon sefası, "dünya evi" kriterlerimi alt üst ediyordu. 
    "Allah hayırlı uğurlu etsin" dedim. Anahtarcı mahallenin bir nevi yedek muhtarı gibiydi. Sanki çoğaltma tornasına muhtarın mazbatasını koymuş da bir tane de kendine çıkartmıştı. Hatta muhtarda bulamadığımız bir çok cevabı, onda bulmanız mümkündü. Anahtarcılığın bir başka boyutu da kapıları açma maharetine işaret eden çilingirlikti. İyi bir  çilingirin açamayacağı kapı olmadığı gibi üstesinden gelemeyeceği bir mesele de yoktu. Muhtar adayları kesinlikle çilingir olmalıydı.
"Önceki oturan da müşterimdi" dedi ve devam etti: 
"Gitmeden önce bana uğradı, konuştuk. Beşinci kat,doğu cepheli, barbekülü, park'a bakan bir ev bulmuş. Hep öyle bir evin hayalini kurarmış adam. Denk gelince de kaçırmamış."
Karşımda konuşan bu adam kesinlikle, çıraklık ve kalfalık dönemini anahtarcı olarak geçirmiş ve ulaştığı bu son safhada çilingirliğe yükselmişti. Çoğalttığım anahtarı aldım. Dükkân'dan ayrılırken, zihnimde oluşan büyük bir boşlukla birlikte, kalbimdeki kirli kanı pompalayan bütün tali damarların açıldığını hissediyordum.