Çorum'da, cümle içerisinde söylenen ve anlamı ciddi yönde etkileyen bir tamlama vardır: "O değilden…" Halk ağzıyla: "o değelden." Bu söz, konuşmada, hedeflenen sonuca, fark ettirmeden ulaşmak için kullanılır. Günlük hayatta, cümle içerisinde şiveli konuşma, istemsizce gülümsetir insanı. Çorum'un şivesi güzeldir… Fakat bu tamlama söz başka! Dinlerken gülümsediğim bu sözü, niyet - sonuç ilişkisini düşünerek ve heceleyerek okuduğumda, bambaşka bir havaya büründüğünü gördüm. Burada ki asıl yaklaşım "fark ettirmemektir."


Yine 80'li yıllar… Müzik öğretmenimiz rahmetli İlter Koçak'ın evindeydim. Sözüm ona oğlu Tankut'la oyun oynayacaktık. Ya da ben öyle sanıyordum. Benim gözüm, o zamanlar pek kimsenin evine nasip olmayan Atari 'deydi… Bir yandan mis gibi kek kokuları, bir yandan en sevdiğim dersin öğretmeni, Tankut ve atari… Fakat ortamda olan bir şey daha var ki, o an hiç dikkatimi çekmiyordu… Müzik! Çay'la kek yerken öğretmenim araya girdi: "Şu dinlediğiniz müzik nedir, biliyor musunuz çocuklar?" Bu soruya cevap verecek mecalim yoktu aslında. Atari ve kek başımı döndürmüş durumdaydı. Bilmiyorum demek en kolayıydı. Ama işin aslı, hakikaten bilmiyordum. Öğretmenim devam etti: "Bu dinlediğiniz eser Beethoven'in 5. Senfonisi. O en başta duyduğunuz dört şiddetli, vurgulu ses var ya! İşte o seslerden ötürü kader senfonisi de denilir. Kader kapıyı çalınca… Ta ta ta taaaa"


Annem hep der, "misafirlikte nezaketli ol, sesini çıkarma, görmemiş gibi davranma, sağa sola sataşma!" Bunlar aklıma geldi ve bir kek daha istemedim. Öğretmenimin anlattıkları ve dinlediğim müziğin etkisindeydim. Biz atariye başlarken, dinlediğimiz müziğin değiştiğini fark etmedim. Öğretmenim tekrar girdi araya: "Bu dinlediğiniz de Mendelssohn'un mi minör keman konçertosu. Kemancılar için seviyeli bir eserdir. Her iyi kemancı bu eseri çalabilmek ister." 

Daha sonraki ziyaretlerde farklı müzik ve hikâyeleri eşlik etti bize. Biz hep Tankut'la oyun için orada bulunduğumuzu sandık. Oynadık da… Bir süre sonra, çalınan eserleri tanır hale geldim. Hatta bunu, bir de oyuna çevirdik. "Çalınan eseri tanıma oyunu..." 13 yaşında, Çorum'da, Sigorta'da yaşayan bir çocuk için hiç de fena sayılmazdı edindiklerim. Bunun meyvelerini yıllar sonra gideceğim müzik fakültesinde toplayacaktım. 

Arkadaşıyla oyun oynamaya giden bir çocuğun, aslında, samimi ve etkili bir öğrenme ortamına konuk olduğunu, "ders" denen şeyin, dört soğuk duvar arasında yeşeremeyecek, serpilip, güzelleşemeyecek bir konu olduğunu anladım.  Yaşayıp tükettiğimiz her ortamı ders tadında görebilmek. Hayatın üzerimizde uyguladığı öğretiyi görebilmek. Büyük fotoğrafta olanı biteni kestirebilmek… Anlık yaşantıların sadece, büyük bir resmin küçük parçalarından birisi olduğunu düşünebilmek ve bu küçük parçayı elimize alıp ona bu gözle bakabilmek… Şu an hatırladığım ilk kavgama, ilk üzüntüme, ilk kaybedişime, ilk hayal kırıklığıma, mutluluk sandığım ilk zaferime baktığım gibi…

Bu yazıyı yazarken, alt komşumuz olan müzik öğretmenime, hiç "komşum" demedim. Komşum dersem, onu yaşantımdaki müstesna yerinden uzaklaştırır, incitirim diye korktum. Ondan hep bir şeyler öğrendim. Kekin ikinci dilimini, ben istemeden koydu tabağıma; nefsimle uğraştırmadı… Sokak kokan tenimle girdiğim evde, çalınan her müziği dinlediğimde, gözümün önüne dikilen zırhlı kapıların aralandığını gördüm. Büyüdüm… 

Ta ta ta taaa… Evet! Öğretmenim için kader, kapıyı erken çalmıştı. Fark edemedik geldiğini… Açmazdım kapıyı, direnirdim. Öğretmenliği, böylesi üzerine giyinebilen birisi, bu kadar erken gitmemeliydi… En çok sevindiğim şey, onun büyük fotoğrafı içindeki parçalardan birisi olmayı başarmıştım. Allah rahmetini esirgemesin!
Memlekette bir gün birisi, "O değel'den eğitim" modeli sunarsa, bilin ki Çorumlu’dur… Hemen susturmayın! Oturun bir dinleyin. Göreceksiniz, size güzel bir şeyler anlatacak!