Evet, dalga geçmiştim onunla... İyi bir arkadaşa yapılmayacak cinsten. Aklın kenarından geçmeyecek, zihnin yanına yaklaşamayacak türden. Hayır! Bu olmamalıydı. Nasıl oldu? Bu dil bu sözleri ona nasıl söyledi? "Dilin kemiği yok" diyorlar, bende hiç mi yok? Laf söylenecek o kadar insan varken etrafta, neden onu bulmuştum bilemiyordum. Çocukça bir kıskançlık desem, annem bile inanmaz. Evet, "kıskanıyordum." En azından bunu söyleyebilmek biraz olsun rahatlatmıştı. Bir yerde okumuştum: "Tedavi, insanın kendisini hasta olduğunu kabullenmesiyle başlar." Bu attığım büyük adım aklıma düştüğünden beri, ikinci adıma geçmek uzun yıllar aldı. Öylece, ortalarda kaç yıl geçirdiğimi bilmeden geçen yıllar... Hasta hasta ve bir o kadar biçare. Bulunduğum her yerde kafamda bir eksiklik, kıyafetimde bir sökük, edindiğim onca mala, mülke, maddiyata rağmen çektiğim fakirlik, ağzımdan çıkan her sözde bir yanlış hissettiğim yıllar. Hem de sözlerimle arkadaşlığımızı tahrip ettiğim, aramıza kapanması mümkün olmayan bir mesafe açtığım şahıs çok uzaktayken. Ona dair hatıralarımda en ufak bir olumsuzluk hatırlasam biraz rahatlayacaktım. Yok. Hafızamdaki arşivde "O da bana bunu yaptı" diyebileceğim, tutunup sarılabileceğim hiçbir vukuat yoktu. Onun bu temizliği beni daha çaresiz ve yalnız bırakan bir durumdu. Kendimi savunabileceğim, ifade edebileceğim kelime bizim lügatta da mevcut değildi...
Evet, madem hastayım ve iyileşmek istiyorum, o zaman ne yapıp yapıp, ona ulaşmalı ve hangi lügatdan bulduğumun hiç önemi olmadığı o müstesna kelimeleri yan yana getirmeliydim. Telefonu değiştiği için elim kolum bağlıydı. Sosyal medya da kullanmıyordu. Her çıktığımda beni teselli etmeye çalışan caddelere, sokaklara bıraktım kendimi. Şu kahvehane senin bu pastane benim dolanırken bir mucize oldu. Onun lisedeki arkadaşlarından birisini gördüm. Ortak arkadaşımız olduğu için o da beni tanıdı. Ondan bahsedince, yüzünde hemen bir tebessüm belirdi. Belli ki arkadaştan anlayan birisiydi. Kadir kıymet bilen... Onu hiç üzmediğine, kötü bir söz söylemediğine de emindim. Tabi ki söylememiştir. "O benim gibi aptal mı?" Bir ara birlikte çalıştıklarını, sonra kendi işini kurmak için ayrıldığından bahsetti. En önemlisi de yeni telefonunu verdi. Büyük bir iş başarmanın memnuniyetiyle adımlarım daha bir güçlenmişti. Nihayet ondan özür dileyebilecektim. Onun en iyi arkadaşım olduğunu ve hep öyle kalmasını istediğimi söyleyebilecektim. Eve hızlı adımlarla, neredeyse koşarak gittim. Kapıyı açtığında, bende bir haller olduğunu eşim bile anladı. Kafamda bir konuşma metni oluşturmalıydım. Ne yapıp yapıp sözü meseleye getirmeli, özrümü dilemeliydim. 
    Karşı tarafın numarası çalarken, çilemin birazdan biteceğini düşünerek heyecanlanıyor, beraat kararını açıklayacak hakimi görmek istercesine ölüm sessizliğinde, nefesimi tutmuş bekliyordum. 
- Alo...
Ses tonu eskisi gibiydi. Saf ve masum... Bir kat daha ezilmiştim. Bu naif açılış nedense beni rahatsız etmişti. Ben hak ettiğim sert bir yargılama ve burnundan kıl aldırmayan ketum bir yargıç sesi bekliyordum. Öyle olmalıydı. Benim gibisi bundan başkasını götürmez.
- Ben...
Sesimden hemen tanıdı. Halimi hatırımı, mahalledekileri, eşi dostu sordu. Ben de anlattım ağzımın ucuyla. Mevzuyu bir türlü meseleye getiremiyor, dilimi döndüremiyordum. Özgürlük bir adım ötedeyken ben elimi uzatamıyordum. Yaklaşımındaki alçak gönüllülük, sesindeki sakinlik ve samimiyet işimi iyice zora sokmuştu. Tuğla ocağında çalıştığım günler bile böyle darlanmamıştım. 
- Sen yine beni aynı mesele için mi aradın?
Ne diyeceğimi bilemedim. Ne meselesi, hangi mesele gibi bir iki saçma sapan, boş sözler dizdim ardı ardına... Sonra yine o devam etti:
- Arkadaşım; her aradığında söylediğim şeyleri yine söylüyorum sana. Ben seni affettim. Çocukluk işte... Olur böyle diyaloglar. Sen benim en iyi arkadaşımsın! Tamam mı! Bunu böyle bil! 
Hakim beraat ettin diye bağırıyordu salonda. Ama kulaklarımda bir uğultu... Dilin söylediğini kalp tasdiklemezse boşuna. Bu telefon görüşmesi beni birkaç sene daha oyalar. Sonra ani bir sancıyla hastalığım nükseder ve yine sokaklara atar kendimi, çare ararım. En azından üzülmem Elli beş kilometre hızdan ötürü trafik cezama, "hak ettim" derim. Tarım arazisine yol yaptığım için yediğim cezayı daha bir kabullenirim.  Kariyer Yükselme Sınavında, bütün meslekî hünerlerimi göstermeme rağmen, düşük not veren jüri heyeti, meğer adamı gözünden tanıyormuş. Hepsini tebrik ediyor, ellerinden öpüyorum. "Neyin kariyeri, neyin yükselmesi?" Kırdığı kalpleri sırtlanmış bir beden, huzur içinde ardına nasıl yaslanır?