Biz, çocukluğumuzda babalarımızın, dedelerimizin anlattıkları hikayelerle büyüdük. Televizyonumuz, çizgi filmimiz, hele de internetimiz yoktu. Anlatılanı iyi dinlerdik. Hafızamıza, beynimize adeta hazırdık. Bir akşam babam, bir hikaye anlattı:
İki kafadar varmış. Bu dünyanın sonu ölüm, demişler. Ölümsüz köy aramaya çıkmışlar. Geçtikleri köylerin ya girişinde ya da çıkışında bir mezarlığa rastlamışlar. Günlerce, aylarca dolaşmışlar. Mezarlığı olmayan köye rastlayamamışlar. Mezarlığı görünce burada ölüm var deyip bir sonrakine gitmişler. Sonunda mezarlığı olmayan bir köy bulmuşlar. İşte, aradığımız köy burası olmalı deyip o köyde konaklamaya karar vermişler. Bir eve misafir olmuşlar. Ev sahibi, misafirlerine memnuniyetle buyur etmiş. Hoş-beşten sofra sofra serilmiş, ikram başlamış. Çorba, et yemeği ve bulgur pilavı sofraya getirilmiş. Bu arada sohbet derinleşmeye başlamış. Misafirler, söze başlamışlar; Köyünüze geldiğimizde etrafa bakıştırdık, hiç mezarlık görmedik. Yoksa sizin köyde ölen olmuyor mu? Ev sahibi; olmaz mı, bizde de vadesi yeten ölüyor, diyor. Misafirler, merakla, ölenleri ne yaptıklarını soruyorlar. Ev sahibi de sakince cevap veriyor; Pişirip yiyoruz. Misafirler, birbirlerine bakıyorlar, ne diyeceklerini şaşırıyorlar. Duyduklarına inanmak istemiyorlar. Ev sahibi, biraz önce yediğiniz et yemeği, dün vefat eden amcamın etinden pişirildi deyince misafirler bulanarak sofradan kalkıyorlar.
İki kafadarın ölümsüz köy arayışı, böylece hüsranla sonuçlanmış oluyor. Melül mahzun köylerine dönüyorlar.
Bu, bize hikaye diye anlatıldı ama gerçek olması mümkün değil diye düşündüğümüz için masal sanmıştık. Sonra bazı kabilelerin insan eti yediğine dair efsaneler anlatıldı ama dediğim gibi efsane…
Dün akşam televizyonda bir haber vardı. Birleşik Arap Emirlikleri'nde bir kadın, aşığının kendisini aldattığından şüphelenip öldürmüş. Cesedi parçalamış. Etlerini doğrayıp büyük bir tencerede pişirmiş. Villasında çaılaşn Pakistanlı işçilere yedirmiş. Bu da efsanedir herhalde diyecek oldum ama kadın tutuklanmış ve suçunu itiraf etmiş.
Bu olay, bana Cemal Kaşıkçı cinayetini hatırlattı. Prens hazretlerinin emr'ü fermanıyla adamcağız öldürülmüş. Hırslarını alamayıp cesedini parçalamışlar. Burası tamam. Tamam da ceset nerede? Birleşik Arap Emirlikleri'nde olduğu gibi parçalanıp konsolosluk çalışanlarına mı yedirildi? Yoksa parçalar büyük plastik bidonlara doldurulup asitle mi eritildi? Acaba konsolosun konutunun bahçesindeki kuyuda çürümeye mi terk edildi? Bu, bir Arap geleneğiydi de biz mi bilmiyorduk?
Cemal Kaşıkçı'nın kellesinin Veliaht Prens'e armağan olarak götürülüp sunulduğu söylentisi var. Bence bu doğru olabilir. Zalim Arap geleneğinde böyle bir şey var: Kerbela'da şehit edilen Hz. Hüseyin'in kellesinin altın tepside yezide sunulduğunu okumuştuk. Ama o günlerin geride kaldığını sanıyorduk. Zaman zaman böyle hortlayabileceğini hayal bile edemezdik. Sözde şeriat ülkesinin yöneticilerinin bu kadar zalim olabileceklerini hiç düşünemezdik. Nerede şeriat? Nerede kısas? Hani adalet?
Unutmayalım ki ölümsüz köy yok. Ölümün uğramayacağı, Azrail'in kanadının dokunmayacağı kimse yok. Dün Cemal Kaşıkçı gitti, bir gün de o emri verenler aynı akıbete uğrayacaklar. Denildiği gibi kısas kıyamete kalmaz.