Dün gece büyük bir kütüphanenin yandığı haberi geldi. Binlerce ton mürekkep, kalem, defter kül oldu sanki. Geride ne bir siren sesi, ne bir telaş...  Hayattaki duruşu gibiydi gidişi de: Naif, vakur ve bilge.

Kader bizi komşu yapmıştı. Eniştemin de abisi oluyordu bir yandan. "Ne iyi oldu" dedik, sevindik. Bir Profesör'ün komşusu olmak herkese nasip olmaz! Onu tanıdıkça âlim kişiliğinin, tüm yaşam tarzına ve yaklaşımlarına yansıdığını gördüm. 

İlk bayramda yanında aldık soluğu. Salonunda bizi kabul ettiği köşede otururken, takındığı hoca edasını hiç bırakmadı. İyi bir öğretmenin, nerede olursa olsun, oturduğu koltuk ya da sandalyeyi, bir sınıf kürsüsüne çevirdiğini anlamaya başlamıştım. Onu tanıyanların sürekli "hoca" diye seslenmelerini görüyor, bu sıfatın onunla yoğrulduğunu düşünüyordum. 

Lafa çocuklardan başladı. Adlarını ve anlamlarını bilip bilmediklerini sordu. Çocuklar bir profesör'ün karşısında olduklarını bildikleri için sıradan cevaplar veremediler. Çekindiler... Hoca, hoş sohbet yaklaşımı ile devam etti. Çocukların şu anda çok güzel imkânlar içerisinde bulunduklarını, kendisine bir hedef koyan herkesin, rahatlıkla amaçlarına ulaşabileceği zamanda yaşadıklarını anlattı. Bilgi'ye ulaşmanın kolaylaştığı günlerden geçtiğimizi, bunun günümüz insanları için büyük bir şans olduğunu anlattı. 

"Bizim imkanlarımız yoktu" dedi. Sonrasında kuracağı cümleler yüzünü ekşitti ve sesi titremeye başladı: "Derslerimize sokak lambasının altında çalışırdık. Elektrik yoktu. Kâğıt çok değerliydi. Bulamazdık. Atık çimento torbalarını toplar, onları kesip düzgün hale getirir, yazmak için kullanırdık."

Çocuklar kadar ben de hayretler içerisinde dinliyordum. Kıymet ve değer kavramları eğer bir yoksunluktan türeyip şekillenmiyorsa bir ayağı eksik diye düşünmeye başlamıştım. 
"Yılmadım" dedi. Büyük abi sıfatının üzerinde oluşturduğu baskı, caymak, vazgeçmek, yılmak, yüksünmek gibi boynu bükük kelimeleri rafa kaldırıyordu.

Lise'de öğrenciyken okul gezisi marifeti ile Ankara'ya gittiklerinde, otobüs Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi'nin önünden geçerken, "Ben burada okuyacağım." Dediğini söyledi. Çevresindeki arkadaşlarının bu sözüne güldüklerini, sonrasında ise o okula öğrenci olmayı başardığını anlattı. Üniversite yıllarında, hocaları ile dünya üniversitelerini konuşurken Oxford Üniversitesini tanıttıklarını ve o zaman da "Ben Oxford'a gideceğim." Dediğini ve yine çevresindekilerin buna da bıyık altından güldüklerini söyledi. Ve sonuçta "Oraya da gittim." Dedi. 

Apartman komşuluğuna hürmeten, bayram ziyaretine gittiğimiz bu insanı nefesimizi tutmuş, öylece dinliyorduk. Bizi dinler gördükçe o daha da heyecanlanıyor bunu ses tonuna yansıtıyordu. Çok bilgiliydi. İngilizce dışında ikinci bir dilin de öğrenilmesi gerektiğini çocuklara tembihleyip durdu. Uzmanlık alanı olan iktisat ve ekonomi konularında bile konuşurken, anlayabileceğimiz bir üslup kullanıyor, bizi mahçup etmiyordu. Japonya'da konferanslara giden bir ilim adamının, yan komşusuna da aynı konuları anlatabilmesi beni şaşırtmıştır. 
Anlatırken yaşıyordu. Yani işini yaparken... O an mutluydu. Yani dinletirken... 

Onun en mutlu olduğu yerdi kürsü. İnsan sevdiğinden ayrılmak ister mi? Kürsü'den ayrı kaldığı yıllar, tebeşiri elinden alınmış bir öğretmen gibiydi. Çimento keğıdına bile razıydı. Tek karalayacak bir şeyler bulsaydı. Yok; olmadı... Hasret bıraktılar sevdiğinden sekiz yıl... Olsun! Hayatta hiç yüksünmediki zaten. "Olur" dedi. "Hallederiz" dedi. 

Arkasında okuma aşkıyla yanıp tutuşan öğrencileri kaldı; Bir hoca'nın, ardına baktığında en çok görmek istediği... Hayallerine sınır çizmemesi gerektiğini düşünen insanlar bıraktı; Sanki ilk emrin kulağına fısıldandığı...