Köylerden şehirlere hızlı göçün başlaması ve teknolojinin baş döndürücü hızla gelişmesinin etkisiyle köyümüzün, kentimizin yaşam tarzlarına, örf ve adetlerine günden güne çocuklarımız yabancılaşıyor. Hele köyümüzdeki aile büyüklerimizde bir bir rahmetli olmuşsa irtibat tamamen kopma noktasına geliyor. Şayet anne-babanın çocukluğu köyde geçmişse zaman zaman özlem duysa da çocukların böyle bir talebi olmadığı için yılda bir defa da olsa gönül istese de maalesef icraat gerçekleşemiyor. Önceden bizler anne- babalarımıza tabi olurduk, şimdi anne-babalar çocuklarına tabi oluyor. Tatiller artık çocuklara göre düzenleniyor. Yaz kursları, spor okulları, sınav hazırlıkları vs bin bir türlü engel (!)
Çocukluğum köy dışındaki yaylada geçtiğinden midir bilinmez, oldum olası köye karşı bir özlemim var. Belki de bunun yansıması olarak yıllardır; şiir, makale ve sosyal paylaşım sitelerinde bu konuları karalamaya çalışıyorum. Mesela köyümle ilgili kurduğum grupta, bazen biraz da ballandırarak köyden bahsettiğimde çocuklardan, gençlerden, “Amca ben babamın köyünü hiç görmedim, 10 yıldır görmedim, sizin anlattığınızı okuyunca inanın çok merak ediyorum.” türü mesajlar alınca, 'yavrum bu senin değil, sana bir defa olsun köyünü, kentini göstermeyen, anlatmayan babanın hatası…' diye cevap yazıyorum.Tabi bunu okuyan babalar haklısın deseler de bana birazcık kızıyorlar.
Gelecekte; dedelerimizin, ninelerimizin yaşadığı, mezarlarının bulunduğu köylere torunlar özel araçlarıyla gitmek istediklerinde köyü bulabilmek için NOVİGASYON CİHAZI kullanmak zorunda kalırlarsa şaşırmayınız. Çünkü bunun zeminini bugünlerden itibaren bizler hazırlıyoruz. Köylerimizle ilgili olarak çocuklarımızda müthiş bir kopukluk var. Onların dünyasına maalesef ulaşamıyoruz.
Geçen akşam bir yarışma programında ünlü bir üniversite de okuyan öğrenci 'buzağı neyin yavrusudur?' diye sorulan soruya cevap veremedi. Maalesef yavrularımız yediği ekmeğin, içtiği sütün aşamalarını bilemiyor. Farklı bir ifade ile; arpa, buğday, yulaf, fiğ, yaba, dirgen, düven, orondere, anadut, tırpan, orak, yunak, oluk, mucur, yarımla, değirmen vs. kelimelerinin karşılığını google arama motorundan bularak bilebiliyor. Durum böyle olunca ekmeğin aşamasını bilenle, bilmeyen neslin ekmek israfına karşı bakışı mutlaka farklı olur. İsterseniz bir araştırın.
Değerli dostlar,
Konu köyden açılmışken, olmazsa olmazlardan olan SU İLE ÇALIŞAN KARA DEĞİRMENLERDEN bahsetmek istiyorum. Zira benim çocukluğum o su değirmeninin bazen unuyla, bazen dereye akan suyuyla oynayarak geçti. Gün geldi arkına su tuttum, gün geldi gölden oluğuna su savdım.
Şehirlerde un fabrikalarının çoğalmadığı zamanlarda köylerde su ile çalışan un değirmenleri vardı. Bu değirmenler çevredeki birkaç köyün ihtiyacını karşılardı. Osmancık / Seki köyünün/ Göç köyün yaylasında bizimde bir değirmenimiz vardı. Değirmen için su, göl, oluk, çark, taş vs. lazım. Çaydan akan su ark aracılığıyla gölde birikir. Gölde biriken bu su silindir şeklindeki demir olukla değirmenin altında bulunan ve iki tane değirmen taşını çevirmeye yarayan çarkı döndürür.
Köylü vatandaş merkebine, atına yüklediği buğdayını öğütülmek için değirmene getirir. Duruma göre ya bekler ya da bir başka gün almaya tekrar gelir. Su değirmeninde öğütülen buğdayın unu esmer olur. Çünkü kabuğu soyulmaz. Dolaysıyla tamamen doğal olduğu için lezzeti de bir başka olur. Sindirimi rahattır, kilo yapmaz. Hülasa vücudun tüm organlarına faydalıdır. Ama varlığında pekte kadri kıymetini bilmeyiz. Bundan 30-35 sene önce Osmancıkta ateş değirmenleri açılınca, köylü vatandaşlar tabiri caizse bizim değirmenin pabucunu dama attı. Esmer unla, çörek, ekmek yapmak yerine beyaz una rağbet ettiler. Bir zamanlar vatandaş 10-15 gün sıra beklerken, şimdi değirmenin suyu savaktan boşa akmaya başladı. Bu arada şehirdeki değirmene 2 çuval buğday götürüp, kepeği ayrıldığı için tek çuvala düşünce şikâyet etmeye başladılar ama iş işten geçme noktasına gelmişti. Zira babacığım hastalanmış, değirmen harabe durumuna doğru yol almaya başlamıştı. 'Ya gitte bilem kıymeti, ya öl de bilem kadri kıymeti' hesabı kıymet bilinmeye başlanmış, keşke sizin değirmen olsa da buğdaylarımızı o doğal ortamda öğütsek diyenlerin sayısı çoğalmış ama 'geçti Bolu'nun pazarı, sür merkebini Niğde'ye…' hesabı iş işten geçmişti…
DEĞİRMEN ÇÖREĞİ: Kara Değirmen denince akla ilk gelen o meşhur değirmen çöreğidir. Hormonsuz buğdaydan öğütülmüş, unu katı olarak yoğurup, meşe odunundan yakılan ateşin karşısında (alev çalmasın diye araya mesafe konur) ısınmış taşa yaslanarak (yapıştırılarak) güzelce pişirilir. Katıksız, saf tereyağla yağlayıp, yanında da annelerimizin el emeğiyle yapılan yayık ayranını buldun mu, değme keyfe! Lezzetini tarif edilmez, ancak yaşanır ve kollestrol, şekermiş, tansiyonmuş takmaz insan…
ÖZETİN ÖZETİ: Kim derdi ki, unu esmer oluyor diye köydeki kara değirmeni beğenmeyip şehirdeki ateş değirmenlerine buğdayını götüren dedelerin torunları, sağlıklarını düşünerek bugün 30-40 sene sonra şehirlerdeki fırınlarda çavdar, kepek, yulaf türü esmer arayacak! Keşke rahmetli babacığım görebilseydi…
*
TAVSİYE: 50 yılın birikimi olan, muhtevasında 660 adet farklı nükteli nasihatin yer aldığı Mahirane Söylemler ve -hikâyeden şiire sızan- Susamak kitaplarımı mutlaka okumanızı ve evlatlarınıza okutmanızı samimi olarak tavsiye ediyorum. Yukarıdaki telefondan iletişime geçerek, benden imzalı olarak (tanesi 50 TL) temin edebilirsiniz. 3. Kitabımı da yayınevine verdim.