Bölgesel dengeleri değiştirme potansiyeline sahip olarak görüldüğü için dünyanın da yakından takip ettiği 14 Mayıs seçimlerine artık günler kaldı. Başta ABD olmak üzere AB ve diğer bölgesel güçlerin bizim seçimimize bu denli önem atfetmeleri, daha da öte Erdoğan iktidarının gitmesinin iyi olacağını açıkça dillendirmelerinin nedeni ne olabilir? Kuru soğanın otuz liraya dayanması, market fiyatlarının alıp başını gitmesi, yani enflasyonun bir türlü kontrol altına alınamaması mı? Veya kişi başı gelirin önceki yıllara göre azalması, alım gücünün eskiye oranla zayıflamış olması mı? Ya da cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin yol açtığı tek adam rejiminin demokrasiyi zaafa uğratmasından, hak ve özgürlüklerde yaşanan bir takım sıkıntılardan kaygı duyuyor olabilirler mi? Özellikle ABD ve onun başını çektiği batının Türkiye için bu kadar dertlenmesinin  sebebi, milletimiz için böylesine hayırhah düşünceler taşıyor olmaları mı acaba? 
Elbette ki değil. Batının kendileri dışındaki hiçbir ülke için asla böyle kaygılar taşımayacağını, başkaları için demokrasi, hak, özgürlük gibi bir derdinin olmayacağını, aksine dikta rejimleri ile çok daha uyumlu çalıştıkları için onları ayakta tutabilmek uğruna gerektiğinde ne büyük maddi, askeri yardımlardan bile kaçınmadıklarını bilmeyen yoktur. Mısır, Suriye ile başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfezin monarşileri, en sonunda da Tunus'taki darbe bunu göstermiyor mu? Batının tek derdi, Türkiye'nin hızla kontrol edilebilir ülke olmaktan çıkıyor olmasıdır. Başka bir ifadeyle, yüzyıldır kuruyunca sulanarak, yeşerince budanarak, içeri alınmayan ama gitmesine de izin verilmeyen, kapıda bekletilen bir ülke olmaktan çıkıyor olmasıdır. Van minuttan beri bu böyle. Türkiye eskisi gibi batıya saygı göstermiyor, aksine saygı görmeyi istiyor, eşit muamale bekliyor, verilene razı olmuyor, nasihat dinlemek bir yana bunu yapanlara laf yetiştiriyor, bazen kaba sözler sarfediyor, kendi başına işler yapmaya, uçak muçak üretmeye kalkışıyor, işte bütün sorun bu.   
Hani sokaktaki vatandaş Lozan'ın gizli maddeleri filan diye biliyor ya, işte tam olarak o. Varsın memleketin garbzede aydınları bundan dolayı vatandaşı tiye alsınlar. Tabii ki böyle yazılı bir madde yok ama, yüzyıl önce elde edilen bağımsızlığın, (dönemin şartları gereği diyelim de içimizden de birileri zıplamasın) üçüncü dünya ülkelerinin tamamında görülen ve özünde bir çok bağımlılık taşıyan, göstermelik bir bayrak ve istiklal marşı bağımsızlığını, Lozan'ın gizli maddeleri olarak anlayan vatandaşa selam olsun.   
Türkiye, sadece kendisiyle sınırlı bir ülke olsa küresel sistem, eminim ki bu duruma çoktan razı gelirdi. Ama öyle olmayacağını, etkisinin coğrafyası ile sınırlı kalmayacağını, ilkin Katar'da, daha sonra da Azerbaycan ve Libya'da gösterdi. Bir çok Afrika ülkesinde, başta Fransa olmak üzere emperyalistlerin tekerine çomak sokarak, gelecekte daha neler yapabileceğinin de işaretini verdi. O yüzden 14 Mayıs seçimlerini vatandaştan çok daha fazla merak edenler var.       
PEKİ, TOPLUMU KİM 
KUTUPLAŞTIRDI?
Erdoğan'a karşı olanların en çok dile getirdikleri konuların başında sert üslubu, uzlaşmasız tutumuyla toplumu kamplara böldüğü, halkı kutuplaştırdığı geliyor. Peki,  daha dün 28 Şubat darbe sürecinde mahalle bakkallarına kadar milleti irticacı diye fişleyenler ne yapıyorlardı acaba? Başörtülüleri okullardan kovanlar, kamu kurumlarından içeri bakmalarına dahi izin vermeyenler bu zorbalıklarla toplumu birleştirmeyi mi amaçlıyorlardı? Dünyada benzeri görülmemiş bir kat sayı zalimliği ile yüzbinlerce gencin hayatlarını karartanların maksadı, şimdi dillerinden düşürmedikleri toplumsal barış, sevgi ve kardeşlik miydi? İsterseniz filmi biraz daha geriye saralım. Halkı, yüzyıl önce cumhuriyetçi padişahçı, ilerici gerici diye bölenler işgalci İngilizler miydi? Cahil halk halifenin peşinde koşarken, kuvvacılar olarak düşmanı denize boca ederek cumhuriyeti kurduklarını, dolayısı ile kendilerini devletin asıl sahipleri, halkı da bu topraklarda yaşama lütfunda bulundukları cahil yığınlar olarak görenler için, kendi ayrıcalıklı konumları devam ettiği sürece toplumun ne bölünmüş olması, ne de kutuplaşması zerrece önem taşımadı. Ne zaman ki vesayet düzenleri sona erdi, bürokraside bir etkinlikleri kalmayıp, sandıktan çıkmadıktan sonra iktidar olamayacakları kafalarına dank etti, işte o zaman anladılar toplumsal kutuplaşmanın ne tahammül edilmez bir kötülük olduğunu. 
ERDOĞAN'DAN KİMLER 
NİÇİN NEFRET EDİYOR?
İşin aslı şu: Erdoğan'dan nefret edenler de ülkeyi kötü yönettiği, Türkiye'yi itibarsızlaştırdığı, ekonomiyi zayıflattığı vb nedenlerle nefret ediyor değiller, tam tersine onlar da biliyorlar ki, Erdoğan ülkeye sınıf atlattı, itibar kazandırdı, bu kadar kin besliyor olmalarının nedeni, yaklaşık on yıl önce laik, batıcı, elitist kesimin vesayet düzenini çöpe atarak; yıllardır itilip kakılan, inançları ile, yaşam biçimiyle alay edilen, bu toprakların asli unsuru olan müslüman halka iadei itibar yapmasıdır. Erdoğan daha önceki politikacılar gibi iktidarını elitist azınlıkla paylaşmaya yanaşmadı. İlk yıllarda daha uzlaşmacı davransa da iktidarını pekiştirdikten sonraki tavizsiz tutumu, bahsi geçen çevrelerde kandırılmışlık duygusuna, dolayısı ile büyük bir kızgınlığa yol açtı. Halkın her seçimde artırarak verdiği  yönetme yetkisini bu beylerle paylaşmadığı gibi kendilerine çok da kibar davranmadığı, hatta yeri geldiğinde azar çektiği için toplumu kamplara böldüğü, toplumun hiç görülmediği kadar kutuplaştığı yazılıp çizildi ve bu yalan o kadar çok tekrar edildi ki, buna türlü nedenlerle Ak Parti’yle yollarını ayıranlar bile inanmaya başladı.  
Seçim meydanlardaki şirinliklerinin,  helalleşme söylemlerinin içinin ne kadar boş olduğunu  basındaki tetikçilerinin intikam çığlıklarından anlamak zor değil. Yargılamaktan asma kesme tehditlerine varıncaya kadar nasıl bir azgınlık içinde olduklarını görmeyenlere ne söylemeli bilmiyorum.. Eskiden sadece Menderes'le yetinirlerken şimdi çıtayı epeyce yükselterek Fransız devriminde halk tarafından giyotinle idam edilen 16. Lui'yi, savaşı kaybetiğini anlayınca sığınağında intihar eden Hitler'i, muhalifler tarafından kaçarken yakalanıp asılan Musolini'yi örnek vererek Erdoğan'ı tehdit ediyorlar. Bir de memlekette özgürlük olmadığını söyleyebiliyorlar ki, özgürlükten ne anladıklarını merak etmemek mümkün değil.  
DEVLETTE DEVAMLILIK 
ESASTIR MI?
Millet ittifakının adayı olan Kılıçdaroğlu'nun kazanması halinde Ak Partili yıllarda başlatılan ve henüz tamamlanmamış önemli sanayi yatırımları ile dış politikada Azerbaycan, Kıbrıs, Mavi Vatan gibi konularda geri adım atılacağı ile ilgili vatandaşın büyük kaygı duyduğu, bunun da kendileri için sandığa olumsuz yansıyacağı bir gerçek. İttifak bileşenleri bu kaygıyı gidermek için bunların bir devlet politikası olduğu, iktidara kim gelirse gelsin bu politikaların devam ettirileceği yönünde açıklamalar geliyor. Karadeniz'den gaz çıkmadığı, Rus gazının deniz altından Filyos'a taşındığını iddia eden (M. Akşener), TOGG'un Türkiye'de üretilmediğini, İtalya'dan getirildiğini söyleyen (K. Kılıçdaroğlu), İHA SİHA'ların basit birer dron olduğunu, Altay tankının motoru ithal olduğu için yerli üretim olmadığını, yine Atak helikopterinin de motoru ithal olduğu için yerli sayılamayacağını ciddi ciddi söyleyebilen bir muhalefetin seçimleri kazanması halinde bu projelere karşı nasıl bir tutum takınacağı konusunda vatandaşın korkularının yersiz olduğunu kim söyleyebilir? Hem bu millet, yakın geçmişinde Devrim otomobilinin akıbetini, Vecihi Hürkuş, Nuri Killigil ve Nuri Demirağ'ın başlarına gelenleri düşündüğünde kaygılanmakta yerden göğe haklı. 
İçlerinde Türkiye'nin bu silahlara ihtiyacı olmadığını söyleyenler de eksik değil. Nasıl olsa başta katil Esed olmak üzere seçimden sonra bütün komşularla barışacak, yurtta sulh, cihanda sulh içinde ne güzel yaşayıp gideceğiz, hem en sadık üyesi olarak NATO'nun güvenlik şemsiyesi altında yaşamıyor muyuz, ne gereği var bu kadar silahlanıp, fakir halkın ekmek parasını buralara harcamaya diyenler de var. Muhalefet bileşenlerinden HDP'nin desteği, Suriye ve Irak'ın kuzeyindeki güçleri geri çekmek ve oralara operasyonları durdurma şartına bağlı olduğuna göre, başlarını mağaralardan çıkaramaz hale gelmelerine neden olan SİHA'lar için, Türkiye'nin bu silahlarla savaş suçu işlediğini, üretiminin derhal durdurulması için batılı dostlarına yakarmaları hesaba katıldığında, devlette devamlılıktan ne kastettikleri belirsiz hale geliyor. 
Hasılı ne kutuplaşma ne de helalleşme söylemlerinin içi doldurulabilmiş değil. Helalleşmeden bahsederken öncelikle, milletin diniyle, inancıyla kavgalı batıcı, laik yaşam tarzını dayatanların kutuplaşmanın da özünü oluşturduğunu kabul etsinler, sonrasını düşünelim. Aksi halde bu içi boş, samimiyetsiz vaadlere inanmak için ya tarihten hiç ders almamış olmak gerek, ya da kişisel ihtirasların kör ettiği bir  muhteris.