İslâm insanının (Müslümanın) kimliğinde ailesi, kavmi ve dini vardır. Herhangi bir Müslüman belli bir aileye, kavme ve İslâm dinine mensuptur. Bu mensubiyet, ilgi ve bağ unsurları bir araya geldiğinde onun kimliği ortaya çıkar, cemiyet içinde fert olarak tanınmış olur. Müslüman cemiyetin milletlerarası teşkilât, dayanışma ve ilişkilerde, kimliğinin unsurlarına bağlı bulunan gurubu, kampı, bloku, birliği ile ilgi ve bağına “aidiyet” diyoruz. Müslümanın kimliğinden ve aidiyetinden dini (İslâm unsuru) çıkarmak ve onu -dini devreye sokmadan- tanımlamak mümkün müdür? Bize göre mümkün değildir; çünkü bu hem eşyanın tabiatına, hem de dinin talimatına aykırıdır.
Eşyanın tabiatına aykırıdır; çünkü İslâm insanı, Müslüman, bu vasfını, bu nitelikte varoluşunu İslâm’dan almaktadır. Fert hem Müslüman olsun, hem İslâm’sız tanıtılsın, cemiyet hem Müslüman olsun, hem de İslâm’ı devreden çıkararak kimlik ve aidiyet arasın bu mümkün değildir ve varoluş şartlarına aykırıdır. Aydınlanma döneminden itibaren insanın tanımında ve ilişkilerinde dini dışlamak, ona yalnızca insan ve belli bir kavme (millete) ve aileye mensubiyet açısından bakılmak istenmiştir. Fakat fert ve cemiyet olarak insanı ve ilişkilerini tanımlamada ve belirlemede insanlık, kavim ve aile yeterli olamamış, insan varlığının önemli bir kısmı bu ilişki kalıplarının ve tanım çerçevelerinin dışında kalmış, teorik hesaplar yaşanan hakikate, var olan mahiyete uygun düşmemiştir.
İnsanların kimlik, aidiyet ve ilişkilerinde ekonomik faydanın rolü bulunmakla beraber asıl belirleyici unsurun hâlâ din ve ideoloji olduğu görülmektedir. Din ve ideolojilerle ekonomik ilişkilerin hangisinin diğerini doğurduğu/etkilediği tartışılmıştır, ancak kim ne derse desin dinin, ekonominin etkisine rağmen özü değişmeden var olduğu, etkisini hissettirip sürdürdüğü inkârı kabil olmayan bir gerçektir. Dini, etnik, kültürel farklılıkları ortadan kaldırarak veya daha güçlü değerleri bunlara hâkim kılarak -fertleri birbirine kardeş- bir insanlık camiası oluşturmanın bir ütopya olduğu açıktır. Batı ile Doğu, Güney ile Kuzey arasındaki aşılmaz duvarın yapı taşları etnik ve kültürel farklılıktır. Ne Batı’nın bu farklılık içinde birliğe, kardeşliğe ve adil paylaşıma niyeti vardır, ne de Doğu’nun kendinden çıkarak Batılı olmaya meyli ve istidadı mevcuttur. Eğer kültürel farklılığa rağmen dünyada barış içinde insanca yaşanmak isteniyorsa şimdiye kadar dünyanın denemediği ve iltifat etmediği başka proje ve modellere ihtiyaç vardır.
İslâm, insanın kimlik ve aidiyetinde kavminin ve ailesinin yerini inkâr etmiyor, bu unsurları silmek, ortadan kaldırmaya çalışmak gibi fıtrat ve tabiata aykırı bir yol da tutmuyor, ancak unsurlar arasında denge kuruyor ve bu dengede ağırlığı, belirleyiciliği dine, dinî mensubiyete veriyor. Kur’ân-ı Kerim, Hz. Nuh’un, dininden ve yolundan ayrılan ailesini onun ailesi saymıyor, “O senin ailen değil” diyor (Hud: 11/46), buna karşı aynı imanı paylaşan akrabaya, etnik ilişki içinde bulunan kişilere yardım ve alâkada öncelik veriyor. Sıra insanın kendini tanıtmasına ve kimliğini ortaya koymasına gelince kavim ve aile bağlarını, din ve ahlak bağlarının hâkimiyeti altına sokuyor, gölgeliyor ve şöyle diyor: “Allah’a çağıran, iyi ve güzel işler yapan (davranışları iyi olan) ve elbette ben Müslümanlardanım diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır (kim bundan daha güzel bir şey söyleyebilmiştir)? Şu halde Müslüman kimliğini ortaya koymada, onu tanımlamada en güzel, en mükemmel formül onun dinini ve ahlakını temel unsur olarak ihtiva eden formüldür.
Aidiyet konusunda İslâm, din unsurunun belirleyici olmasında ısrar ediyor. Bütün insanları Hz. Adem’in ve Havva’nın (aynı ana-babanın) çocukları olarak takdim ediyor, dini ve ırkı ne olursa olsun insana insanca muamele edilmesini, haksız ve adaletsiz davranılmamasını, hatta dine ve toprağa göz dikmeyenlere iyilik edilmesini, ihsanda bulunulmasını istiyor, fakat aidiyete gelindiğinde Müslüman olanla olmayanı birbirinden kesin olarak ayırıyor ve Müslümanların başka dinden olanlarla aidiyet rabıtasını kuramayacaklarını söylüyor. Kur’an-ı Kerim’de aidiyetle ilgili üç terim vardır: Bitâne (sırdaş), velayet ve uhuvvet (kardeşlik).
Müminler, kendileri gibi mümin olmayanlarla sırdaşlık ilişkisi kuramaz, gizliliklerini başka din mensupları ile paylaşamazlar (Âli-İmran: 3/118).
Müminler ancak kendi dinlerinden olan, kendi imanlarını paylaşanlarla kardeş olur, kardeşçe birlik ve beraberlik ilişkisi kurar, gurup, pakt, taraf... oluştururlar (Hucurat: 49/10; Âli-İmran: 3/103).
Velayet terimi üç unsurdan oluşmaktadır: a) Kardeşçe yardımlaşma, dayanışma, b) Temsil, c) Yönetme ve bağlayıcı karar alma yetkisi. Kur’ân-ı Kerim’de sayısız âyet müminlerin, başka dinden olanlarla velayet ilişkisi kurmalarını menetmekte, böyle bir davranışın olumsuz sonuçlarını bildirerek Müslümanları uyarmaktadır.
Bütün bunlardan çıkan sonuca göre çoğunluğu Müslüman olan bir içtimaî gurubun (milletin, kavmin, toplumun, topluluğun) milletlerarası gruplaşma ve ilişkilerde yeri, tarafı, gurubu, paktı, birliği Müslümanlar iledir, Müslümanların yanıdır. Müslümanlar böyle bir birlik, gurup, ekonomik, siyasî ve askeri taraf oluşturmakla yükümlüdürler. Bu yükümlülüğü yerine getirmedikleri sürece sorumlulukları devam eder, başka milletlerle (din ve kültür mensuplarıyla) birlikte bulundukları taraflarda ikinci sınıf insan ve toplum muamelesi görürler, kendi kimliklerinden tamamen uzaklaşmadıkça onlardan olamaz, onların hoşnutluğunu kazanamazlar. Uluslararası ilişkilerin beklemeye tahammülü olmadığı için özde ve gerçekte İslâm birliği oluşuncaya kadar parça parça Müslüman topluluklarının yabancı birlikler içinde oluşları veya onlarla işbirliğine girmeleri zaruret icabıdır ve bu sınırı aşmamalıdır.