‘Telfîk’i caiz görmeyenlere göre Şâfiî mezhebinden biri, Hanefî mezhebini abdestte taklit edince namazı da Hanefîye göre kılması gerekir mi?
Taklit, deliline bakmadan bir müçtehidin içtihadı ile amel etmektir.
İltizâm, bir müçtehidin bütün içtihatlarını -bir bütün hâlinde- taklit etmeye karar vermek ve bunu uygulamaktır.
İntikal, bir mezhebi iltizam ettikten sonra, ya bütün olarak yahut da bazı meselelerde ondan ayrılarak bir başka mezhebin hükmünü uygulamaktır.
Bir veya birkaç meselede, bir mezhebe intikâl edince, o meselenin ait olduğu bütünde bu mezhebe uygun hareket edilirse telfik değil, intikâl gerçekleşmiş olur. Meselâ bir Şâfiî Müslüman, kadına dokununca abdestinin bozulmaması konusunda Hanefî mezhebine intikâl eder de, abdestin bütününde (diğer hükümlerinde de) Hanefî mezhebine uygun hareket ederse -meselâ bir yeri kanayınca abdestin bozulduğunu kabûl ederse- telfik değil, intikâl yapmış olur. Ancak bu misalde, abdestin bütününde Hanefî mezhebine uymaz da, örnek olarak “kanamanın abdesti bozmaması bakımından Şâfiî mezhebini taklit ederse”, bu iki taklidi bir abdest olayında gerçekleştirirse, telfik yapmış olur. ‘Telfik’i caiz görenlere göre bunda bir sakınca yoktur. ‘Telfik’i caiz görmeyenlere göre ise abdestin tamamında intikâl ettiği mezhebin içtihatlarına uygun hareket etmesi gerekir.
Telfik caizdir diyen fukahaya göre abdestte telfik yapan, namazını da eski mezhebinde veya kısmen intikâlde bulunarak yahut da telfik yaparak kılabilir.
‘Telfik’i caiz görmeyenlere göre abdestte Hanefî mezhebini taklit eden Şâfiî, telfik değil de intikâl yapmış ise namazda da Hanefî mezhebine riâyet edecektir. Abdest alırken telfik yapmış olursa namaz kılamaz; çünkü bunlara göre abdesti yok sayılır.
(Ben, tezimde ve başka yazılarımda şunları savundum: 1. İntikal caizdir. 2. İltizam bağlayıcı değildir. 3. Bir içtihat (mezhep) ile amel edildikten sonra başka bir içtihada geçerek bu amel iptal edilemez. Amelden önce ise telfik caizdir. 4. İslâm devlet başkanının kanun yapılırken mezhep seçme (tercih) hakkı vardır; kanunun tamamı veya bir kısmı hangi mezhebe göre yapılmış ise vatandaş mahkemeye başvurduğunda -kendi mezhebi değil- kanun uygulanır. İslâm Hukukunda İctihad ve Dört Risale isimli kitaplarıma bakılabilir.)
Hanefî olan bir kişi hanımını üç talâk ile boşayınca başvurduğu Şâfiî bir müftünün, “velisiz kıyıldığından eski nikâhı nazar-ı dikkate almayarak” Şâfiî mezhebi üzerine yeniden nikâh kıyması caiz olur mu?
Caiz olmaz. Çünkü ehliyetli bir müçtehidin içtihadı dinde mûteberdir, mezhebi haktır, farklı içtihatlarda bulunan iki müçtehitten her biri diğerinin içtihadının hatâlı olduğunu söyleyebilir, fakat bu içtihat ile yapılan amelin, uygulamanın bâtıl, hükümsüz olduğunu söyleyemez. Allah Teâlâ müçtehitlerin, isâbetli içtihatlarına iki ecir, hatâlı içtihatlarına da bir ecir vermekte, doğruyu bulmak için elinden geleni yapan müçtehidi daha başka bir şey ile yükümlü kılmamakta, hatâlı da olsa içtihadıyla yaptığı ameli kabûl etmekte, ona uyan (mukallid, avâm) Müslümanların amellerini de kabûl buyurmaktadır. Bu husûslarda ümmetin ittifâkı vardır. Durum böyle olunca, karısını üç kere boşadıktan sonra Şâfiî bir müftüye başvuran Hanefî şahsa, bu müftünün, “Hanefî mezhebine göre nikâhını kıydırırken karısının velîsinden izin almamış, yahut velînin nikâhı bizzat kıymamış..” olduğunu göz önüne alarak “Senin nikâhın zaten yokmuş, siz evli değilmişsiniz ki, boşaman mûteber olsun” demesi ve yeniden nikâh kıymaya kalkışması, “Hanefî mezhebine göre kıyılan nikâhların hükmü yoktur” demek olur ki, bu icmâa aykırıdır, bunu demeye kimsenin hakkı ve selâhiyeti yoktur. Ayrıca bunu kabûl etmek, mezkûr çiftin yıllarca nikâhsız yaşadıklarını, nikâh bâtıl sayılırsa çocuklarının da neseplerinin sahih olmadığını kabûl etmek sonucunu doğurur ki, bunu düşünmek bile tüyler ürperticidir.
Müslümanlar, geçim imkânsız hâle gelmedikçe boşama yoluna gitmemelidirler. Boşanma yoluna gitmişlerse müftüler, İslâm mezheplerinin tamamından istifâde ederek aile bağını kurtarmaya çalışmalıdırlar. Bunlar imkânsız hâle gelmiş, evlilik sona ermiş ise, hîle yollarına başvurmadan taraflara durumu bildirmek, bu tecrübelerin ışığında yeni ve sağlam aile bağlarını kurmalarını sağlamak gerekir.
İslâm hukukunda boşama (tatlik, talâk) hakkı kocaya aittir. Bu hükmü ya anlamayan veya kötüye kullanmak isteyenler “kadın hakkına aykırı” olarak değerlendirmişler, “İslâm hukukuna göre kadın evlilik hayatında zarara uğrasa, zulüm görse, mutlu olmasa dahi kocası boşamadıkça bunlara katlanmak mecburiyetindedir” demişlerdir. Âyetin açık ifadesi ile bunun ışığında yapılmış içtihatlar bu anlayışa kesin olarak yol vermemektedir. Evlilik hayatı içinde zarar ve zulüm gören, mutlu olmayan kadın, kocası boşamak istemediği halde hâkime veya hakemlere başvurarak evlilik hayatını sona erdirebilir. Ayrıca yine kadının irade ve teşebbüsü ile devreye girecek olan bedel vererek boşanma (muhâlea) yolu da açıktır.
İslâmî çözümü resmî kurumlar aracılığı ile işletmeyen sistemlerde aile meclisi veya cemaatin devreye girmesi, tayin edecekleri hakemler aracılığı ile anlaşmazlıkların çözüme bağlanması mümkündür; çünkü âyet belli şahıslar veya resmî kurumlar değil, ümmeti, cemaati muhatap kabul etmektedir.
İslâm hukukunda kocanın doğrudan (araya mahkemeyi sokmadan, mali külfeti yüklenerek) boşama (talak) hakkı bulunduğunu bilenlerin çoğu, evlilikten memnun olmayan, haksızlığa uğrayan kadınların- kocaları istemese bile- boşanma haklarının bulunduğunu bilmemekte ve bu yüzden ileri geri sözler etmektedirler.
Hâlbuki bugün dünyanın birçok ülkesinde uygulanan, sebeplerini ileri sürerek mahkeme yoluyla boşanmayı talep hakkı İslâm hukukunda kadına da tanınmıştır. Bu hak, mahkemeye değil de hakemlere başvurularak da kullanılabilir. Ayrıca kadın, evlenme akdi yapılırken veya daha sonra kocasından boşama hakkı da alabilmekte (talakın tefvîzi) ve gerektiğinde bu hakkı kullanarak doğrudan (kendi iradesiyle) boşanabilmektedir. Koca bu yetkiyi verince de kendi boşama hakkı eksilmez.
Kadının talebi üzerine ve hukukî sebeplerin bulunması hâlinde hâkimin evliliğe son vermesi Hanefîlerce çok dar sınırlar içinde söz konusu olduğu için Hukuk-ı Aile Kararnamesi’ne kadar Osmanlı ülkesinde revaç bulmamıştır. Mezkûr kanunun kabulü üzerine hâkimin salâhiyeti genişlemiş, diğer İslâm ülkeleri de iktibas ve genişletme yoluyla aynı müesseseyi geliştirmişlerdir.