Yaz tatilindeyiz. Arkadaşımla bir tavla atalım dedim. Aynı okulda çalıştığım, birlikte faaliyet çıkardığımız, birlikte heyecanlanıp, yine birlikte sevinip üzüldüğümüz bir arkadaş: Kemal… Tavla üstadı. Oyun kabiliyeti konusunda yanından geçemem, eline su dökemem. O da bunu fark etmiş durumda. Ben acemi! Pulları sayarak yerine oturtuyorum. Büyük bir sabırla, hamlemin bitmesini bekliyor. Çoğu zaman göremediğim hamleleri görüp beni uyarıyor, daha doğru olan hareketi gösteriyor. Bende gurur yok! Tamam diyor ve onun dediği mantıklı hamleyi oynuyorum. Yani kısaca, sadece zar atıyorum. Evet! Anlayacağınız ben, çok kötü bir tavla oyuncusuyum. 
Kemal, öğrencilerle olan diyaloglarını görüp, kurduğu empatiyi hayranlıkla izlediğim genç öğretmenlerden birisi. Zümre arkadaşım olarak böyle güzel bir örnekle birlikte çalışmam, benim için büyük şans. Okulun müzik hedefine yönelmiş öğrencilerine olan fedakâr yaklaşımları ve orkestra çalışmalarında göstermiş olduğu gayret ona olan saygımı daha da artırıyor. Zaman içerisinde yalpalamaya müsait hale gelmiş idealist duygularımın dik durmasını sağlaması ise ayrı bir övgüyü hak ediyor.
Mars!
Evet, mars olmuştum. Yenilginin boyutu büyüktü. Yaşça ondan büyük olduğum için sanırım, hiç koltuğumun altını işaret ederek bir argo yaklaşım da göstermemişti. Bana karşı korumaya çalıştığı bu saygı mesafesini de görüp, yenilgime hiç üzülmüyordum. Böylesi bir rakibe yenilmek, insana kaybettirdiğini hissettirmiyordu. 
Bir el daha!
Zamanın nasıl geçtiğini anlamamış, yenilen içilen çay ve çekirdeğin de etkisiyle bağırsaklarım harekete geçmiş ve zorunlu tuvalet ihtiyacı hâsıl olmuştu. Erkek tuvaletini bulduğumda gelmiş olduğum hâl, oldukça kronikti. Orada bulunan iki kabinden birisinin üzerinde "arızalı" yazıyor ve diğeri de doluydu. Hayli kalabalık olan çay bahçesine, sadece bir tuvalet kabini hizmet vermekteydi. Vaziyetimin beklemeye tahammülü kalmamıştı. Birazdan şehir tarihinin hazin sayfalarına geçmem içten bile değildi. Benden başka kimsenin bekliyor olmaması büyük bir şanstı. Bu hüzünlü tabloya şahit olacak kimse yoktu. Dayanmaya daha fazla takatim kalmamış, yan taraftaki bayan tuvaletini gözüme kestirmeye başlamıştım. Tam o sırada kabinin kapısı açıldı…
Çıkıştaki iki lavabodan birisinde elimi yıkamak için musluğu tutmamla birlikte başlık elimde kaldı. Yerine takamadım. Belli ki emanet duruyormuş. Bitmeyecek bu iş diye düşünmeye başlamıştım. Tavladaki yenilgiyi kabullenmiştim. O anlaşılabilir bir şeydi. Burası ise başka! Tuvalet… Herkesin kullanım özgürlüğünü yaşadığı ve eşit bir şekilde faydalandığı bir hizmet…  Kötü bir zar atma sonucu hizmet şeklinin değişkenlik gösterdiği bir durum olsa, anlayacaktım. Kötü tavlacıya kötü hizmet. Bu da tamamdı!
Ülkemiz şartlarında esnafın durumu aklıma geldi. "Yetişemediler" diyeceğim bir mekân da değildi. Her akşam insanların yer bulamadıkları bir işletme… Para basıyorlar! Bu durumu giderken söylemeliyim dedim. Bilsinler iyi hizmet veremediklerini, onarsınlar eksiklerini! Kazandıkları paranın bir kısmını da iyi hizmet şartları için ayırsınlar. Bu konudaki ikazımın üzerine olumlu cümleler duyacağımdan şüphem yoktu.
Söyledim…
Aldığım cevap, kompozisyon kavramını yeniden sorgulatacak cinstendi. Şekil olarak bize ezberletilen giriş,  gelişme ve sonuçtan ibaretti ama bir şey vardı ki sonuç, giriş ve gelişmeden daha sert, daha gerçekti.  
"Abiciğim o tuvalet bizim değil. Gençlik ve Spor'a ait!"
On yüz bin bardak çay içmiş, çekirdekle bağırsakları iyice hareketlenmiş insanlar, tuvalet soracak ve onlara gösterdiğiniz adresle ilgili şikâyet olunca da "orası bize ait değil!" diyeceksiniz! 
Mutlu son arayışımızın ne kadar tatminsiz olduğunu, eski Türk filmleri tasdikliyordu. Bir salon dolusu insan, film kahramanını alkışlıyor ya da onun için gözyaşı döküyordu. Anlattığım bu son sahnede rejisör olarak beklentim ise, Cüneyt Arkın'ın gelip "Ben Kemal, geldim!" demesiydi…