Çürük ipliğe kuruyoruz hakikatleri. Ya da sarsılmaz hakikatleri taşıyacak kolonlar olmayı beceremiyoruz. Bilmiyorum gerçekten niye düzelmiyor hiçbir şey.  
Eskiden de bir şeyler eksik olurdu. Evde pişecek aş, kışı geçirecek kadar lazım gelen odun, ay sonuna yetişmeyen maaş... Her biri ayrı dertti yaşarken. Anılarda buruk tebessümle yâd ettiğimiz. 
Niyeyse o eksiklik bir noksanlığı gideriyormuşçasına asildi. Varlık içinde yaşamaya benzemiyordu. Kıyasla işi yoktu o eksikliğin. Sıcak, samimi ve bizdendi. 
Zaman sabrın meyvesini soyup avuçlarımıza verebileceği gibi aynı zamanda o meyvenin elimizden kayıp gitmesine de neden olabiliyor. O yüzdendir belki de hakikati inkâr kabullenişten daha kolay geliyor.  
Zor da olsa hakikati kabullenişten yana olmalıyız. Gelip geçici olan hayata hiç ölmeyecekmiş gibi bağlı kalmanın kimseye faydası yok. Bu olayın kazananı yok. 
Suçlu ararsak buluruz. Kusurluyuz hepimiz. Hakikatleri taşıyacak kolonlar olmayı başarmalıyız.  İşte o zaman dağılır karanlık. Gün doğar yeniden. İçimizde umut türküleri belirir. 
Ülkemizin zor günlerden geçtiği bugünlerde elimizi taşın altına koymaktan ötesi lazım. Deprem hakikatimiz var. Bu hakikatin yarattığı yıkımda suçlu ararsak, unutmamalı ki hepimiz suçluyuz.  
Deprem kadar hakikat bir gerçeğimiz daha var. O gerçekle tükenmek üzere olan ümidimiz tekrar yeşerir oluyor. Asrısaadetten kokular geliyor yine buram buram. Ve evet yirmi birinci yüzyılında da olsak, muhacir kardeşleri kucaklamak pahasına ensar libasını giyen insanımız insanlığa ümit oluyor. Sarp yokuşu aşmak ümidiyle.