Kime yazdıklarımı okutsam mübalağa yapıp "Sen şair, yazar olmuşsun paraya para demezsin(!)" diyor. Önceliğimin para kazanmak olduğunu sananlar daha en başta yanılıyor. Ve eğer bende yazılarımı üç beş kuruşa değiştiriyorsam, büyük yazarlara, şairlere haksızlık etmiş olurum. 
Bilenler bilir, şairlerin nasıl sefil bir hayat yaşadıklarını. Gerçekten dertleri yalnızca para kazanmak olsaydı, yoksulluk içinde yaşadıkları için bırakırlardı yazmayı. Gerçekten hak ettikleri değeri görseydi aydınlarımız, ülkemizdeki cehalet bu seviyede olmazdı.
16. yüzyılın en önemli şairi olan Fuzuli, alanında en iyilerden biri olmasına rağmen hak ettiği değeri görememiştir. Beyhude hayatı da sefalet ve yalnızlık içinde geçmiştir. Azeri Türkçesinin yanı sıra Arapça ve Farsça da yazmasına rağmen maddi sıkıntılar içinde yaşamıştır. Bir dilekçe niteliğinde olan en ünlü mektuplarımızdan ''Şikâyetname"yi yazan şair ünlü eserinde talep ettiği yaşlılık maaşı olan dokuz akçeyi bile alamadığından yakınan bir şairi anlatıyor. 'Selam verdim rüşvettir diye almadılar', diyerek vurguluyor şair yaşamış olduğu vahim durumu.
Gerçekten de aydınlarımızın dünyası karanlık olduğu içindir önümüzü göremememiz. Nasıl ki direğe bağlı oldukları için dönme dolaplar, bir birleri ardınca hiç düşmeden ayakta kalabiliyorsa. İnsanlar da var olan aydınlarımız sayesinde huzur içinde yaşıyorlar.
Ülkemizde yapılan araştırmaya göre; Türkiye'nin en büyük sorunlarından biri de okuma yazma oranının ve düzenli kitap okuma oranının çok düşük seviyelerde olması. Durum böyle olunca, ülkemizdeki cehalet kaçınılmaz bir gerçek oluyor. İnsanlarımız bu konuda gerçekten duyarlı olsalar, ülkemiz kültürel alanda daha gelişmiş bir ülke olurdu. 
Emile Zola'nın sevdiğim bir sözü var: 'Pırlantadan alınmayan vergi kitaptan alınıyordu.' Çünkü pırlanta alandan değil, kitap okuyanlardan korkuyorlardı. Okumak insanın yaşama gayesidir nitekim Allah da Yüce Kitabımızda 'Oku, Yaradan Rabbinin adıyla.',diyor.
Ülkemizdeki en üzücü olaylardan biri de, birinin değerinin öldükten sonra anlaşılmasıdır. Gerçekten ülkemizdeki bu yanlış anlayış yüzünden nice aydınlarımızın değerini ancak onlar bu dünyadan göçtükten sonra anlıyoruz. Ve eğer bir gün bu unvana layık olacaksam da yaşarken bilineyim istiyorum. Öldükten sonra kıymete binmenin kime ne faydası var?
Bir gün yalnızca ülkemizdeki yanlış algıyı düzeltebilmek uğruna karakola gittim. Ve orada bulunan amire 'Beni iki günlüğüne nezarete atabilir misiniz?', dedim. Amir şaşkın şaşkın yüzüme baktı ve benden bir açıklama beklediği yüzündeki ifadeden belliydi. 'Ben bir yazarım. Mahkûmların neler yaşadığını hissetmek için istiyorum bunu.', dedim. Yanıma yaklaştı ve omzuma dokundu. Samimiyetsiz bulduğum babacan bir tavırla 'Bak evladım hapishane öyle sandığın gibi bir yer değil. Ben 20 senedir bu işi yapıyorum. Öyle her baba yiğidin harcı değil. Sen iki günlüğüne de olsa nezarette yapamazsın', dedi. Ve şu sözleri ekledi: 'Sen bir suç işlemedin ki böyle bir şey istiyorsun. Hapishaneye yalnızca suçlular girer'. Belki de söylediklerinde haklıydı, iki günlüğüne de olsa nezarethanede yapamazdım. Ancak katılmağım bir nokta vardı. Gerçekten yalnızca suçlular atılsaydı hapishaneye, Necip Fazıl KISAKÜREK, Nazım HİKMET, Ahmet Hamdi TANPINAR vb. şair ve yazarlar hapse girmezdi. Peki, fikrini özgürce haykırmadıkça dışarıda yaşamak da hapis sayılmaz mı? 
Bunlar arasında Necip Fazıl Kısakürek apayrı bir yere sahiptir. Hakikatin evin içinde bile konuşulmasına çekinildiği bir yerde, O doğruları söylemeye ve hakikati savunmaya dokuz köyden kovulacağını bile bile göğüs vermişti.
Necip Fazıl Kısakürek'i okuyan, okuduğundan anlam çıkaran okurlar, şairler ve yazarlar iyi bilirler ki, Necip Fazıl Kısakürek'i okumak, büyük bir tefekküre şahit olmaktır. Bir iç çekişmesinin kitaplarda vücut bulmuş şeklini okumaktır...
Onu yazın hayatının ilk döneminden başlayarak okuyanlar bilirler ki, Necip Fazıl o dönemde de Necip Fazıl'dı. Onunla aynı dönemde yaşayan ya da sonrasında onu yazdıklarından tanıyanlar bir hakkı teslim etmeye mecburdur. O da insan olma ve insan olma yolunda hakka ulaşma evrelerini ustalıkla eserlerine yansıtmış olma hakikatini. 
Abdülhakim Arvasi ile tanış olduktan sonra hayatında keskin çizgiler yaşandı. O artık bambaşka biri olmuştu. Yazdıkları ile amel etmeye başlamıştı. Sadakai Cariyesi olan şiirleri yaşadıkça mahkemei Kübra'da onun yüzüne gülecekti.
Necip Fazıl Kısakürek bir kitapta çağdaşı Nazım Hikmet ile ilgili bilgiler verir. Onunla yaptığı görüşmeleri. Bir keresinde sabaha kadar süren bir tartışmanın sonunda ne kendisi sosyalist düşünceye sıcak bakmış ne de çağdaşı Nazım Hikmet, hikmet panayırından nasibini almış. Yine de eklemeden edemiyor. Nazım Hikmet'in şairliğini teslim ettiğini. Necip Fazıl olmak hakkı savunduğu gibi bir hakkı teslim etmeyi gerektiriyor belki de. 
Son olarak, şairlikte yalnızca gönüllülük esastır. Amaç para kazanmaksa daha yola çıkmadan kaybetmişiz demektir. Şimdi dostlarımın sözlerine bakıyorum da aynı karakoldaki amir kadar yapmacık geliyor. Eğer dedikleri gibi olsaydı. Şiirler öksüz ve şairler yoksul olmazdı.