İnsan, çoğu zaman içinde olduğu araştırmanın dışına çıkarak yeni ufuklara yelken açmalı diye düşünüyorum. Aşinası olduğu gerçeklerle başa çıkmada zorlanmayacağı gibi yabancısı olduğu durumlarla da hayatına bambaşka bakış açıları kazanacağı mutlak bir gerçek. Bu yüzden; bir psikolog olarak her ne kadar kendi alanımda araştırmalar yapmaya özen göstersem de kendi ilgi alanımın dışına çıktığımda da yürümeyi yeni öğrenmiş bir bebek heyecanı duyuyorum. Bu yabancısı olduğum konunun içerisinde fütursuzca koşmak ve bilmeye dair ne varsa her şeyi bilmek istiyorum. Bundan kaynaklı da bu hafta ilgimi hiç cezbetmeyen lakin gündemi oldukça meşgul eden bir konuyu ele almak istedim. Peki, nedir bu bana elalem olup herkesle ahbaplık eden konunun adı? Elbette, futbol!

Futbol, özellikle erkekleri ilgilendiren çok kompleks yapılı bir spor dalı. Benim ne kişisel ilgimi ne de mesleki alakamı cezbetmemesi bir yana; insanların hayatını oldukça meşgul ettiğini de kendi gözlerimle çoğu kez gördüm. Fanatiği olduğu takım uğruna bir insanın neler yapabileceğini anlamak için medyaya bakmak yeterli diye düşünüyorum. Televizyonun başındaki kitlesi bir yana tribünlerdeki taraftarlarıyla kocaman bir sevgiye sahip futbol. Belki de yeryüzünde bu kadar çok sevilen başka bir spor dalı daha yoktur… Ancak tahmin edersiniz ki her sevgi zıttıyla karşılaşmak zorundadır. Futbol konusunda da bunu apaçık görebiliriz. Taraftarların bu ucu bucağı olmayan sevgisi, mağlubiyet durumunda nefreti de ortaya dökmek için hazırda bekler çoğunlukla. Bir fanatik iki takımın kapışması olarak bakarken bu olaya; ben sevginin ve nefretin düellosu olarak değerlendiriyorum bu durumu. Ve hatta, futbola teşekkür etmeyi de bir borç görüyorum. Neden mi? Çünkü bir toplumun nasıl sevindiğini ve nasıl üzüldüğünü apaçık bir şekilde bize yansıtıyor. Bu nedenle stadyumlar bir toplumun aynası bana kalırsa. Bir başka görüş de “Stadyumlar futbolun ibadet yerleri olarak kabul edilir.” Diye açıklıyordu bu olayı. Nereden bakılırsa bakılsın futbolun toplulukları anlamada ve incelemede mihenk taşı olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. Büyük bir kalabalığın içerisinde aynı olaya tepki vermesi beklenen tüm topluluklar sosyal öğrenme kuramının da açıkladığı gibi gözlemi merceğe oturtur. Saha ve stadyum bir etkileşim içerisinde olurken televizyon karşısındaki seyircilerin güvenliği futbola tercih edip etmediğini sorgularken buluyorum kendimi.

Yaptığım sorgulamalar beni futbolun mucizevi dünyasına çekerken holiganizmle de tanıştırdı. Şiddet konusunda işsizlerin ve öğrencilerin öncelikli rol oynadığını bazı yayınlarda da sıklıkla görebilirsiniz. Çünkü futbol kimlik bunalımı yaşayanlar için oldukça güvenli bir liman profili çiziyor çoğu zaman. Ancak her zaman güvenli kalmıyor futbolun iç yüzü. Çünkü oyunun içerisindeki tüm materyaller ve tüm alt yapı da dahil olmak üzere futbola dair ne varsa bireylerde bir güdüyü destekliyor. Elbette bu güdü, bireysel bir mekanizma olarak değil; kitlesel bir dışavurum olarak gözlere çarpıyor. Tek başına olduğu zamanlarda içindeki saldırganlık duygularının dışa yansımasına izin vermeyen kişi sürü psikolojisinden aldığı destekle her şeyi yapabilecek potansiyele geliyor. Adli psikolojide de sıklıkla yer verilen suç işleme konusunda bu durumu çoğu kez görüyoruz. Bireyler suç ortağı arttıkça kendini daha rahat ve güçlü hissediyorlar. Bana kalırsa böyle olmasının sebebi; kalabalıkla işlenen ya da kalabalıkta işlenen suçların beyin tarafından daha kolay aklanması. Beyin “ Herkes yapıyordu, ben de yaptım.” gibi bir savunmayla kendini korumaya alıyor. Futbol tribünleri de suç işlemeye oldukça müsait ortamlar olduğu için ekranın arkasından maçları takip eden seyircileri haklı bulduğumu belirtmek istiyorum. Sahada rakip oyuncuların birbirine karşı yaptığı hareketler ve hakemlerin tutumları tribündeki yürekleri her an tetikleyerek futbolun şiddet şovuna dönmesine sebep olabiliyor. Özellikle; daha önce de bahsettiğim gibi saldırganlık dürtüsünü bastıramayan, hayatında karışıklık yaşayan, sosyal hayatında beklediği ilgiye ulaşamayan, benlik ve kimlik bunalımıyla savaşan bireyler bu şiddet şovunu sergilemeye daha açık durumda oluyorlar. Bu tarz bireyler takımıyla o kadar çok bütünleşiyor ki tuttuğu takımın fedailiğini yapmayı bir görev biliyor. Çünkü özel hayatında kazanamadığı rolleri futbol aracılığıyla kazandığını sanıyor. Medyanın sıklıkla büyük takımlardan bahsederken kullandığı kelimeler de bu fedailik rolünü etkiliyor zannımca. Örneğin; “Yenilmez, ezdi geçti, sahanın tozunu attırdı, güçlü, durdurulamaz vb.” ifadeler kişinin benliğiyle arasında bir köprü olarak karşımıza çıkıyor. Bir algı operasyonu olan bu medyatik formdaki ifadeler seyircileri televizyona ve futbola bağımlı hale getirmek amacıyla kullanılıyor. Gözü dönen fanatikler de bu manipülasyona kolayca kapılıyor. Tribünde maçı izlerken de bu manipülasyonun verdiği hırçınlıkla facialara kadar varabilen olaylara sebep olabiliyor. 1985 yılına ait bir gazete haberinde, Liverpool taraftarları İtalyan taraftarlara saldırınca oluşan panikten kaynaklı bir duvarın çöktüğü ve bazı taraftarların tel örgülere sıkıştığından bahsediliyor. Bu olaya da Helsey faciası deniyor. Elbette, internette aratıldığında futbolun sadece güldüren yüzünü değil acıtan facialarını da bulmak çok kolay. Bu noktada; futbolu kimliklerimizin bir parçası yapmadan önce onun bir spor olduğunu kabullenmekte fayda olduğunu düşünüyorum. Son olarak; futboldan bu kadar çok bahsetmişken Çorum’un galibiyetini de sağlıklı koşullarda ve sevgiyle karşılayan herkesi tebrik ediyorum…