Yaşamın bir sarsıntıdan büyük olamayacağını öğreneli birkaç gün oluyor.

Türk halkının yaşadığı bu gerçekliğe sarsıntı demek doğru olmasa da depremi büyük kelimelerle anlatmayı da doğru bulmuyorum. Çünkü deprem başlı başına büyük ve şiddetli bir olguyken onun büyüklüğüne büyüklük katmanın toplumun ruh sağlığını olumsuz yönde etkilediğini düşünüyorum. Ana haber bültenlerinde, sosyal medyada ve daha birçok platformda depremi büyük, derin ve korkunç cümlelerle betimleyen insanları gördüğünüzü tahmin ediyorum. Ne yazık ki; bu cümlelerin yaşanılan acıyı tam olarak yansıtmadığını düşünmekle birlikte deprem güzellemesi yaptığına inanıyorum. Depremin güzellemesi olur mu demeyin, lütfen. Üzülerek belirtmek zorundayım ki oluyor! Deprem gibi öldürücü ve yıkıcı bir afetin trajedisini romantize ederek topluma yansıtan insanlar belki de bu yaptıklarının farkında olmuyorlar. Ancak toplumu bir acıya maruz bırakmak ve bunu romantize etmek depremi yaşamamış insanları dahi depresyona sürükleyebiliyor. Depremi bizzat yaşayan bireyleri bu yazının dışında tutarak depremden etkilenen diğer kesimi ele almayı daha doğru buluyorum. Bunu yapmaktaki amacım depremzedeleri ötelemek olmamakla birlikte onların yaşadığı durumun tazeliğini aktarmayı henüz etik bulmuyorum. Yaşadıkları kayıpları, fizyolojik ve psikolojik kırılmaları onları depremin en hakiki öznesi yapsa da kendimi onların acısını ele alacak kadar güçlü hissetmiyorum. Bu yüzden depremin ikincil öznesine bir bakış atmanın kolaylığına sığınarak üstlenilmiş travmadan bahsetmek istiyorum.

 Öncelikle; depremin her ne şiddette ve her nerede yaşanılırsa yaşansın iz bırakan bir doğa olayı olduğunu kabul ederek okumaya başlayın, lütfen. Ortaya çıktığı bölgede doğum lekesi gibi bir doğa lekesi bırakıyor insanlarda. Doğum lekesinden tek farkının zamanla hafiflemesi olduğunu bilmek de işleri kolaylaştırıyor. Ancak bu iz hafifleyene kadar insanlara oldukça kötü etkiler bırakabiliyor. Bu etkiler depremi yaşamayan ancak yaşayanlar kadar etkilenen kesimde sıklıkla görülebiliyor. Suçluluk duygusunun hakimiyeti altında ortaya çıkan üstlenilmiş travma durumu depreme maruz kalmayan halkın birçoğunda etkili oluyor. Peki, nedir bu üstlenilmiş travma?

Üstlenilmiş travma, beş duyu organının maruz kaldığı olumsuz içeriklerden kaynaklı deprem anında orada bizzat bulunmuş gibi davranışsal, duygusal ve ruhsal bozulmalar yaşamak olarak açıklanıyor. Kahramanmaraş’a gitmeden gitmiş kadar olmak internet sayesinde mümkün oluyor. Deprem enkazından çıkarılan insan görüntüleri, drone çekimleri, haber kanallarındaki yeni deprem uyarıları gibi birçok uyaran televizyon başındaki bireylerin travmatize olmasını kolaylaştırdığı gibi sebep de oluyor. Birey, hiçbir tanıdığı depremden etkilenmemesine rağmen enkaz altında kalmış gibi bir illüzyonun içerisine düşüyor. Güvende hissetmemekle başlayan bu travma hali davranış olarak da belirtiler gösteriyor. Kişi; belli aralıklarla avizeyi izliyor, tuvalete bile telefonla gidiyor, gece uyuyamıyor, yemek yemeyi reddediyor ve sıklıkla yerin sarsıldığı hissine kapılıyor. Bunlara ek olarak; deprem içerikli rüyalar görüyor, nefes darlığı yaşıyor, evde kalmak istemiyor ve çevresindekileri de etkiliyor. Bu noktada, depremi bizzat yaşayan bir birey kadar travmatize olabiliyor. Türk toplumu olarak acıya duyarlı olduğumuz için ve de vicdan konusunda yüksek merhamet ve empati duyduğumuz için toplumun depreme maruz kalmayan kesiminin de travmatize olması oldukça kolay oluyor. Özellikle internette hassas içerikli depremzede görüntüleri görmek bu travma durumunun yayılmasında etkili oluyor. Bu yüzden dikkatli ve seçici davranmanın önemli olduğunu düşünüyorum.

Yarının bireyleri sağlıklı olsun diye bugünün çocuklarını korumakla işe başlanmalı diye düşünüyorum. Deprem olmamış gibi hayata devam etmeyi savunmamakla birlikte deprem sonrasını kontrol etmekten bahsediyorum. Devasa yıkımları görmezden gelelim demiyor, aksine gördüklerimizi yıkayalım zihnimizde demeye çalışıyorum. Toplumun güçlü kalmış ruhsal sağlığa ihtiyacı olduğunu göz ardı etmemek gerektiğini savunuyorum. Belli aralıklarla haber takibi yapmak daha faydalı olacaktır diye düşünüyorum. Uyku ve beslenme düzenine dikkat etmenin de en önemli sağaltım yardımcılarından olacağını zannediyorum. Kısa mesafeli dışarı çıkarak temiz hava almak ve sosyal medyadan uzak kalmak ikincil aşamadan travma olmayı önleyecektir umuduyla bakıyorum olaya. Özellikle çocukların yanında deprem içerikli diyaloglara girilmesinin de tehlikeli etkisinden bahsetmeye gerek olduğunu sanmıyorum. Aklımız, kalbimiz ve tüm ruhumuz deprem bölgelerine aitken yaşamı olağan akışında sürdürmenin zorluğunu tahmin etmenin de ötesinde ben de tecrübe ediyorum. Ancak yaşamı korkuyla, acıyla, kaygıyla kucaklamak bir çözüm değil ve bu noktada akıl sağlığımız başta olmak üzere herkes için koruyucu rol oynamayı tavsiye ediyorum. Depremi yaşamamış ancak derin üzüntü içerisinde olan milletimize de buradan seslenmeyi bir borç biliyorum. Sizinle duygusal anlamda aynı tecrübeyi paylaşıyorum. Endişe hissediyor, zaman zaman da suçluluk duyuyorum. Ancak unutmamalıyız ki; bu kara günlerin sonunda bir yağmur var. O yağmur yağacak ve her şeyi temizleyecek. Ardından güneş çıkacak ve yaş zeminleri ısıtacak. Çocuklar yalın ayak o sıcacık asfaltta koşacak. Tebessümle izlemek düşecek payımıza. Güven saracak yeniden kalbimizi. Bileceğiz ki yeniden güven verecek dağ,taş,toprak… Yaşam sarsıntıdan büyük değil diyeceğiz ama yeri titretecek çocukların asfaltta zıplayıp oynayışı, onu da göreceğiz. Avizelere bakmayacak, gece yıldızları seyredeceğiz. Güven gelecek, yeniden evimizde hissedeceğiz. Yeniden güvende hissedeceğiz…