Yazmaya başladığım andan itibaren bilimselliğin nihai ışığından ayrılmamaya çalıştım.

İçerik her ne olursa olsun bilgiyi literatürün süzgecinden geçirip sunmayı tercih ettim.

Ancak psikolojinin engin denizlerle kıyas edilecek uçsuz bucaksız yanlarının da olduğu bir gerçek. Bilimin ötesinde, hayatın gerçekliğinin gölgesinden beslenen bu yanını görmek için de sokaktan geçen herhangi birine bakmak yeterli olur çoğu zaman. Çünkü psikoloji insana dair ne varsa barındırır. Bilimi kucaklar ama hayatın gerçek yüzüne de çoğu zaman ev sahipliği yapar. Hep beyaz yakalı değildir, psikoloji. Zaman zaman şalvarlı, yer yer de sokağın ta kendisidir. İçine bakmak için üst perdeden olmak gerekmez.

Çünkü içini oluşturan hem üst hem de alt perdedir. Büyük bir ahenkle her kesimden insanı kendine konu edinir. Bundandır ya zaten uçsuz bucaksız oluşu... Bu yüzden bu hafta psikolojik bakış açısını daha sokakvari, daha basit ve belki de daha samimi anlatmak istiyorum.

Gündelik hayatın gerçekliğinin sıcaklığına sığınıp biraz dertleşmeyi ümit ediyorum. Çünkü nereye çevirsem gözlerimi muhatabı hep hüzünlü bakışlar. Toplum olarak melankolik ve belki de acıseveriz. Acıyı severiz demiyorum dikkat ederseniz. Acısever! Bir sıfat gibi kullanıyorum bu kelimeyi. Çünkü genele baktığımızda acıyı yaşarken ve kara bulutları başımızın üstünde taşırken daha memnun ve daha kabullenmiş gözüküyoruz dışarıdan. Bunlar tamamen benim gözlemlerim olmakla birlikte, bana aktarılan hikayelerde de sıklıkla bu yorumla karşılaşıyorum. Özellikle genç nüfus, bir anlaşılmama hastalığına yakalandığını vurguluyor ne zaman yan yana gelsek. Hiç kimselerin kendisini anlamadığından dert yanan bu genç yürekler gözleri dolu, kaşları aşağı düşmüş bir halde umutsuzluğun vermiş olduğu hüzünle paylaşıyor bu düşüncelerini. Çok uzak değil aslında bunlar, hemen evinizin içinden gelen yakınmalar. Dikkatle bakarsanız göreceksiniz. Sizin evinizden, yan evlerden, oturduğunuz kafedeki yan masadan, alışverişte kasada sıra beklerken kulağınıza ulaşan sesten yükseliyor bu hüzün. Belki sizin evladınız belki çok öteden bir yabancı, lakin ortak bir derdin haykırışları bu sesler. Şimdi soruyorum size, sizin hiç anlaşılmadığınızı hissettiğiniz oldu mu? Bu hüzünlü seslere karıştı mı sizin de sesiniz? Saatlerce dil döküp karşı taraftan beklediğiniz karşılığı alamadığınız oldu mu? Ya da anlaşılmamanın verdiği tükenmişlik hissiyle gözlerinizin dolduğu? Tahmin ediyorum ki hepsini olmasa da birçoğunu yaşadınız. Çünkü insan olmak biraz da anlaşılmamaktır diye boşa dememişlerdir ya! Lakin bu anlaşılmama hissi ve onun getirdiği tüm olumsuz duygular kanserli bir hücre gibi yayılıyor toplumumuzda. Kesip atmayı toplum olarak becerememekle birlikte tedavi olmaya gönüllü müyüz onu da bilemiyorum. Herkes içindekini saatlerce anlatmak ve anlaşılmak derdinde ama kimse anlamanın peşine düşmüyor. Önceliğimiz hep konuşmak olduğu için, karşı tarafın anlaşılmak adına yaptığı tüm konuşmaları dinlerken biz ondan sonra söyleyeceklerimizin provasını yapıyoruz içimizden. Sıra bize geldiği vakit de peş peşe sarf ediyoruz dertlerimizi. Ne yazık ki, boşuna bir sarf ediş bu! Çünkü iletişim kurmaktan uzak, anlatma ve anlaşılma yarışındayız çoğu zaman. Muhatap olduğumuz kişi her kim olursa olsun, amaç hep konuşmak. Karşı tarafı dinlemekten aciz bir topluluk olduğumuzu görmek için yine sokağa bakmakta fayda olduğunu düşünüyorum. En basitinden benim de yakın olduğum bir yaş grubunu ele alalım. Arkadaş çevresiyle buluşup bir kafede vakit geçiren genç-yetişkin bir nüfusta sohbetlerin ne kadar aynılaştığından haberiniz var mı? Bununla birlikte o masaların her birinde sohbetin ne kadar hızlı değiştiğinden haberdar mısınız? Bunların ortak öznesi "ben" dir. Bilimsel olarak karşılığını vermekten ziyade daha basit dille ifade etmek gerekirse; herkes kendi anlatacağını anlatıp konunun merkezi olup sırasını savmanın peşindedir.

Konuşmak, her zaman dinlemekten daha kolay ve daha mühim olduğu için belki de. Ya da başkasının anlattığını kendi anlatacağı şeyle unutturmak daha cazip geliyordur insanlara. Maksadın kahve içmek olmadığı binlerce masaya şahit oldum şimdiye kadar. Maksat daima olmasa da çoğu zaman anlatmak ve anlaşılmaktır. Ancak biz toplum olarak anlatmak kısmına o kadar takmış durumdayız ki anlaşılmak için anlamanın gerektiğini unutuyoruz. İletişimde en etkili silahlardan birinin dinlemek olduğunu unutup, konuşarak adam vurmaya çalışıyoruz. Ama size kötü bir haberim var. Bizler keskin nişancı değiliz. Birbirimizi laflarımızla vurmamız değil, dinleyerek anlamamız gerekiyor.

Anlaşılmamanın sancısını en iyi anlaşılmayan insan bilir. Bu yüzden anlattığımız aşk hikayelerimizin, aile problemlerimizin, başarısızlık denemelerimizin bir dinleyicisi olsun  istiyorsak başkalarının hikayesinde uçuş mooduna geçmemeliyiz. Anlatılan her neyse özümsemeli, sindirmeliyiz. Sadece kendimizde kalamayız. Hatta ve hatta kalmamalıyız. İnsan bazen başkalaşmalıdır da. Başkalarının hikâyelerinde kendi varlığını bulmalıdır. Hep kendi geçmiş ve geleceğinizi anlatırsanız azalarak yalnız kalırsınız. Öylesine dinlenir, belki de çoğu zaman susasınız diye beklenirsiniz. Çünkü derdinizi anlatmakla o kadar meşgul olursanız etrafınızda yeni oluşan derdi göremezsiniz. Derdiniz dilinize dolanır, aynılaşır. Dinleyicileriniz farklılaşsa da derdiniz aynı kalır. Ama bir noktadan sonra farklılaşacak dinleyiciniz bile kalmaz. Artık siz ve sizin anlatacaklarınız bir bütün olmuş ve herkesi dışlamışsınızdır. İşte, o vakit ne korkunç bir haldir! Anlaşılmamanın verdiği o sancılı tükenmişlik hissi... Şimdi tekrar düşünmenizi ve başa gitmenizi istiyorum sizden. Anlaşılmamak başkalarının size sunduğu bir hüzün mü yoksa sizin ellerinizle hazırladığınız bir düğüm mü? Çözmek için ne yapacağınızı bildiğinizi sanıyorum artık. Herkesin anladığı ve anlaşıldığı güzel günlere...

Yazmaya başladığım andan itibaren bilimselliğin nihai ışığından ayrılmamaya çalıştım. İçerik her ne olursa olsun bilgiyi literatürün süzgecinden geçirip sunmayı tercih ettim. Ancak psikolojinin engin denizlerle kıyas edilecek uçsuz bucaksız yanlarının da olduğu bir gerçek. Bilimin ötesinde, hayatın gerçekliğinin gölgesinden beslenen bu yanını görmek için de sokaktan geçen herhangi birine bakmak yeterli olur çoğu zaman. Çünkü psikoloji insana dair ne varsa barındırır. Bilimi kucaklar ama hayatın gerçek yüzüne de çoğu zaman ev sahipliği yapar. Hep beyaz yakalı değildir, psikoloji. Zaman zaman şalvarlı, yer yer de sokağın ta kendisidir. İçine bakmak için üst perdeden olmak gerekmez. Çünkü içini oluşturan hem üst hem de alt perdedir. Büyük bir ahenkle her kesimden insanı kendine konu edinir. Bundandır ya zaten uçsuz bucaksız oluşu... Bu yüzden bu hafta psikolojik bakış açısını daha sokakvari, daha basit ve belki de daha samimi anlatmak istiyorum. Gündelik hayatın gerçekliğinin sıcaklığına sığınıp biraz dertleşmeyi ümit ediyorum. Çünkü nereye çevirsem gözlerimi muhatabı hep hüzünlü bakışlar. Toplum olarak melankolik ve belki de acıseveriz. Acıyı severiz demiyorum dikkat ederseniz. Acısever! Bir sıfat gibi kullanıyorum bu kelimeyi. Çünkü genele baktığımızda acıyı yaşarken ve kara bulutları başımızın üstünde taşırken daha memnun ve daha kabullenmiş gözüküyoruz dışarıdan. Bunlar tamamen benim gözlemlerim olmakla birlikte, bana aktarılan hikayelerde de sıklıkla bu yorumla karşılaşıyorum. Özellikle genç nüfus, bir anlaşılmama hastalığına yakalandığını vurguluyor ne zaman yan yana gelsek. Hiç kimselerin kendisini anlamadığından dert yanan bu genç yürekler gözleri dolu, kaşları aşağı düşmüş bir halde umutsuzluğun vermiş olduğu hüzünle paylaşıyor bu düşüncelerini. Çok uzak değil aslında bunlar, hemen evinizin içinden gelen yakınmalar. Dikkatle bakarsanız göreceksiniz. Sizin evinizden, yan evlerden, oturduğunuz kafedeki yan masadan, alışverişte kasada sıra beklerken kulağınıza ulaşan sesten yükseliyor bu hüzün. Belki sizin evladınız belki çok öteden bir yabancı, lakin ortak bir derdin haykırışları bu sesler. Şimdi soruyorum size, sizin hiç anlaşılmadığınızı hissettiğiniz oldu mu? Bu hüzünlü seslere karıştı mı sizin de sesiniz? Saatlerce dil döküp karşı taraftan beklediğiniz karşılığı alamadığınız oldu mu? Ya da anlaşılmamanın verdiği tükenmişlik hissiyle gözlerinizin dolduğu? Tahmin ediyorum ki hepsini olmasa da birçoğunu yaşadınız. Çünkü insan olmak biraz da anlaşılmamaktır diye boşa dememişlerdir ya! Lakin bu anlaşılmama hissi ve onun getirdiği tüm olumsuz duygular kanserli bir hücre gibi yayılıyor toplumumuzda. Kesip atmayı toplum olarak becerememekle birlikte tedavi olmaya gönüllü müyüz onu da bilemiyorum. Herkes içindekini saatlerce anlatmak ve anlaşılmak derdinde ama kimse anlamanın peşine düşmüyor. Önceliğimiz hep konuşmak olduğu için, karşı tarafın anlaşılmak adına yaptığı tüm konuşmaları dinlerken biz ondan sonra söyleyeceklerimizin provasını yapıyoruz içimizden. Sıra bize geldiği vakit de peş peşe sarf ediyoruz dertlerimizi. Ne yazık ki, boşuna bir sarf ediş bu! Çünkü iletişim kurmaktan uzak, anlatma ve anlaşılma yarışındayız çoğu zaman. Muhatap olduğumuz kişi her kim olursa olsun, amaç hep konuşmak. Karşı tarafı dinlemekten aciz bir topluluk olduğumuzu görmek için yine sokağa bakmakta fayda olduğunu düşünüyorum. En basitinden benim de yakın olduğum bir yaş grubunu ele alalım. Arkadaş çevresiyle buluşup bir kafede vakit geçiren genç-yetişkin bir nüfusta sohbetlerin ne kadar aynılaştığından haberiniz var mı? Bununla birlikte o masaların her birinde sohbetin ne kadar hızlı değiştiğinden haberdar mısınız? Bunların ortak öznesi "ben" dir. Bilimsel olarak karşılığını vermekten ziyade daha basit dille ifade etmek gerekirse; herkes kendi anlatacağını anlatıp konunun merkezi olup sırasını savmanın peşindedir. Konuşmak, her zaman dinlemekten daha kolay ve daha mühim olduğu için belki de. Ya da başkasının anlattığını kendi anlatacağı şeyle unutturmak daha cazip geliyordur insanlara. Maksadın kahve içmek olmadığı binlerce masaya şahit oldum şimdiye kadar. Maksat daima olmasa da çoğu zaman anlatmak ve anlaşılmaktır. Ancak biz toplum olarak anlatmak kısmına o kadar takmış durumdayız ki anlaşılmak için anlamanın gerektiğini unutuyoruz. İletişimde en etkili silahlardan birinin dinlemek olduğunu unutup, konuşarak adam vurmaya çalışıyoruz. Ama size kötü bir haberim var. Bizler keskin nişancı değiliz. Birbirimizi laflarımızla vurmamız değil, dinleyerek anlamamız gerekiyor.

Anlaşılmamanın sancısını en iyi anlaşılmayan insan bilir. Bu yüzden anlattığımız aşk hikayelerimizin, aile problemlerimizin, başarısızlık denemelerimizin bir dinleyicisi olsun  istiyorsak başkalarının hikayesinde uçuş mooduna geçmemeliyiz. Anlatılan her neyse özümsemeli, sindirmeliyiz. Sadece kendimizde kalamayız. Hatta ve hatta kalmamalıyız. İnsan bazen başkalaşmalıdır da. Başkalarının hikâyelerinde kendi varlığını bulmalıdır. Hep kendi geçmiş ve geleceğinizi anlatırsanız azalarak yalnız kalırsınız. Öylesine dinlenir, belki de çoğu zaman susasınız diye beklenirsiniz. Çünkü derdinizi anlatmakla o kadar meşgul olursanız etrafınızda yeni oluşan derdi göremezsiniz. Derdiniz dilinize dolanır, aynılaşır. Dinleyicileriniz farklılaşsa da derdiniz aynı kalır. Ama bir noktadan sonra farklılaşacak dinleyiciniz bile kalmaz. Artık siz ve sizin anlatacaklarınız bir bütün olmuş ve herkesi dışlamışsınızdır. İşte, o vakit ne korkunç bir haldir! Anlaşılmamanın verdiği o sancılı tükenmişlik hissi... Şimdi tekrar düşünmenizi ve başa gitmenizi istiyorum sizden. Anlaşılmamak başkalarının size sunduğu bir hüzün mü yoksa sizin ellerinizle hazırladığınız bir düğüm mü? Çözmek için ne yapacağınızı bildiğinizi sanıyorum artık. Herkesin anladığı ve anlaşıldığı güzel günlere...