Son üç yazıdır “el mi yaman, bey mi yaman” diye “edep-ahlak, ticaret ve güncel sınavımız Gazze” konusunda bize meydan okuyanlara karşı “dik duruş/tavır” sergileme potansiyelimizi sorgulamıştık.
“Olmayan bir şey sorgulanamaz” önermesinden yola çıkarak hatırlatalım ki; gün, geçmişten gelen değerlerle yüklü potansiyel enerjimizi kinetiğe dönüştürme zamanı. Meydanı, haddi ve hakkı olmayanlara terk edemeyiz, boş bırakamayız.
Ar, edep, hayâ gibi toplumumuzun hamurunda mevcut su, un ve tuz gibi olmazsa olmazlarını ifsada yönelik dâhili ve hârici mihrakların çalıştıkları malum.
Şekli-şemalı farklılık arz etmiş ama geçmiş zamanlarda da bu ifsat işi devam etmiş. Bu yüzden Yunus Emre:
“Gezdim Halep ile Şam’ı, eyledim ilmi talep. Meğer ilim bir hiç imiş, "İlla edep, illa edep” serzenişinde bulunur.
Bizim de elimiz armut toplamıyor, biz de çalışacağız/çalışmalıyız.
Her konuda biz seferden sorumluyuz, zaferden değil. Allah bize “niye zafere ulaşmadın, netice almadın”dan daha çok niyet ve gayretimizi soracak.
Sohbet esnasında aşağıdaki cümleleri sık sık kurulur:
“Ahlaki yozlaşma var, edep hayâ kalmamış. Teşhircilik moda olmuş. Ticari ahlak yok; herkes birbirini aldatma derdinde. Gazze sahipsiz, İsrail güçten anlar.”
Şikâyet etmeye hakkımız yok.
Suçu başkalarına atmaya da hakkımız yok.
Hele sütten çıkma ak kaşık yerine kendimizi koyup kenara çekilmeye hiç hakkımız yok.
Sorun burada işte.
Kendimizi kenara çekiyoruz.
Hâlbuki iyi olana, güzel olana niyet etmek durumundayız, samimiyetimizden şüphe edilmemeli. Biliriz ki, yaptıklarımızdan ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızdan hesaba çekileceğiz.
Selahaddin Eyyubî Kudüs seferine çıkarken hocası kendisine “atının alnında zafer görüyorum” dediğinde, “biz seferden sorumluyuz, zaferden değil” şeklindeki meşhur sözünü söyler.
Yola çıkmadan yolcu olunmaz. İstikameti belli yol, hedefe götürür. Madem birileri ifsat derdinde bizde ıslah derdinde olalım.
İnsanlık tarihi boyunca din-dil farketmez ifsat ve ıslah at başı gitmiştir. Kurallar konulmuş, kanunlar çıkarılmış müfsitleri cezalandırmak için.
Islahı artırmak için ödüller vaadedilmiş. Gerçekten ıslah, ifsadın önüne geçmiş; asr-ı saadet denilen bir dönem yaşanmış.
Ceza ile huzuru, kuralı oturtan batı medeniyeti bu gün övülerek anlatılıyor.
İslam medeniyeti ödül ile hem de çoğu kere karşılığı peşin olmayan ödül ile huzur ve sükûn sağlamıştır.
Eskiden ahlaki zaaflar istisna iken globalleşen dünya ile birlikte bu gün, istisnalar umur-u âdiyeden oldu, çoğaldı.
İstisnalar neden arttı, bu hale nasıl geldik?.
Varın, siz yorumlayın.
Gelin aşağıdaki nükteyi bir okuyun:
Dervişin biri, bir ırmak kenarında abdest alırken suyun içinde çok değerli bir taş görür.
Taşı alıp çantasına koyar ve yoluna devam eder.
Akşamüstü bir yerde dinlenmek için oturur. Bu arada bohçasını açar ve ekmek- peynirinden yemeye başlar.
O sırada yakından geçen bir dilenciyi de sofraya davet eder ve ikramda bulunur.
Bir ara dilencinin gözü çantadaki taşa takılır. Dervişe:
“Allah rızası için bu taşı bana verir misin?” der. Derviş taşı çıkarır ve dilenciye verir.
Dilenci gider ama ertesi sabah tekrar geri gelir ve dervişe sorar;
“Bu taşın ne kadar değerli olduğunu biliyor muydun?”
Derviş, “Evet” der.
Dilenci tekrar sorar:
“Yani bunu satınca ömrün boyunca zengin bir hayat süreceğini biliyor muydun?”
Derviş aynı cevabı verir:
“Evet.”
Bunun üzerine dilenci, “Peki, bu taşı bana nasıl kolayca verdin?”
Derviş, “Allah rızası için demiştin.”
Dilenci sonunda der ki:
“Bu taşı sana bugün geri getirdim. Bunun yerine bana daha değerli bir şey ver.”
Derviş hayretle sorar:
“Bunun yerine ne istiyorsun?”
Dilenci şunu söyler:
“Bu hale nasıl geldin? Bana bunu öğret!”
**
Vesselam..