Şehrin tek bir caddesi vardı. İrili ufaklı diğer tüm yollar kesinlikle cadde hüviyeti taşımıyordu. Onlar olsa olsa, insanların hayatlarını sürdürdükleri, anne, baba, kardeş unvanlarını aldıkları, içlerinde çocuk seslerinin, yemek kokusunun, muşamba tabanlı zeminlerin bulunduğu evlere götüren yollardı. 
Cadde, insanın uykuda olmadığı halde rüyasına devam ettiği yerdi. Böyle olmasa, o da diğer yollar gibi sadece ulaşım amacıyla kullanılırdı. Eli cebinde, koşuşturan, mülâyim, düzgün, üşüyen, sakız çiğneyen, çocuğunun elini tutmuş, sallana sallana yürüyen bir sürü insan… Hepsi de, ya caddeden eve dönüyor ya da caddeye gidiyorlardı… Varoluş amacı sadece güzergâh niteliği taşıyan yollardan, asıl hedefe…  
Art arda dizilmiş, rengârenk ürünlerin satıldığı dükkânlar. Her biri birbirinden güzel, iştah kabartan ürünler… Evimizden yola çıkıp buralara kadar geldiğim sürede hiç sıkılmazdım. 
Cadde üzerinde iki tane favori dükkânım vardı, önünden geçerken tüm dikkatimi verip, annemin elini çekiştirip, onu frenlediğim...  
Gürsoylar Pastanesi ve Döngel Şarküteri… 
Bu iki ismi çok düşünmüşümdür. Bir pastane ismi rüya ya da cennet olmalıdır. Çünkü orada evde her zaman bulamadığınız şeyler vardır. Çok renkli sunumlar içeren, sadece cennette olabileceğini düşündüğümüz çeşit çeşit özel yiyecek ve meşrubatlar vardır orada… Kelime kökü bile insanın içini gıdıklıyor: Pasta… Caddedeki yerini ilk ezberlediğim dükkândı Gürsoylar... Kimse götürmedi beni oraya… En fazla, yazın cepheye kurdukları tezgâhından dondurma almışızdır, hepsi bu! İçeri girmez, oturmazdık… Annem, burada bir şey yemeyi kendisine hakaret sayardı. Ne isterseniz yaparım der sustururdu isteklerimizi. İnsan, rüyasını gördüğü cennetten uzak kalmak ister mi hiç! Evin dip köşesinde bulduğum paralarla gidip, sucuklu yumurta yediğimi hatırlarım. 
Döngel ismi çok isabetliydi. Hakikaten dönüp gelinecek bir dükkândı. Gelinip de gidilmeyecek,  etrafında dönüp, sorti atıp bir türlü içeri girmeye cesaret edemediğimiz bir havası vardı… Şarküteri eki, ben diğerlerinden farklıyım diyordu adeta… Üst düzey müşterileri vardı bu dükkânın. İsmini telaffuz edemeyenler yanına bile yaklaşamazdı. Peynirin, zeytinin, balın en iyisi buradaydı. Herkes bundan adı gibi emindi… Fiyat hiç önemli değildi. Babam aybaşında maaşını alıp kendini zengince hissettiğinde, biraz da nefis körlemek için birkaç nevale alırdı. Eve gelen pakete bakarak, oradan geldiğini bilirdik. O bile farklıydı. Ara sıra yolda yürürken, kendi kendime söyler, mutlu olurdum bu ismi: Şarküteri… 
Yalnız beni, bu dükkânın peyniri zeytini ilgilendirmiyordu; Şokella… Kırk ve yetmiş gramlık tüpün içinde, sıkılarak tüketiliyordu. Bu sıkma çikolatanın isminin de şarküteri gibi ş harfiyle başlaması tesadüf olamazdı. Aşk… Bu iki harf de, arasında ş olmadan anlamını yitiriyordu. Ş çok özel bir harfti…
Yoğun taleplerime babam cevap vermiş, yine kendisini zengin hissettiği bir şarküteri ziyaretinde, onu da almıştı. Kardeşime küçüğünden, bana büyüğünden. Önce ne yapacağımı bilemedim. Sakladım. Zaten az daha gelmeseydi, pastaneye gittiğim gibi, bir yerlerden para bulup onu da alacaktım. Caddeye kendi başıma çıkabiliyordum artık. 
Lisede pastane sahibinin oğlu ile aynı sınıfta arkadaş olduk. Bir pastane sahibinin oğluna hiç benzemiyordu. Caddenin en güzel dükkânının sahibinin oğlu… Hem de arkadaşım! İnanılacak gibi değildi. Bir insan böyle bir saltanatın içinden gelip nasıl bu kadar naif, alçakgönüllü, saygılı olabilir ve herkes gibi sıradan gözükebilir?
Gökhan…
Pastane İmparatorluğu'nun veliahdı… Önünden geçerken nefesimi tuttuğum dükkânın sahibi… Sağına soluna bakıyorum sürekli. Ağzının kenarlarında şanti, krema, çikolata kırıntıları olur diye… Yok! Buralarda görebileceğiniz en temiz yüze sahip. Dişleri bembeyaz. Hiç çürük yok! O kadar pastanın içinde dişlerini kaybetmemiş olması tuhaf…
Bir keresinde yerli malı yaptık. Annem mayalı yaptı. Ben Gökhan'ın ne getireceğini düşünüyordum. Koskoca pastane imparatoru! Tabi ki mayalı getirmezdi… Onca enteresan sunumlu pastane ürünleri varken… Gökhan'ın poşetini açmasını merakla izliyordum. Çıka çıka zeytinyağlı sarma çıktı poşetten! Olacak şey değildi… Hayal kırıklığına uğramıştım. O saltanat ona hiç yakışmıyordu. Şaşkınlığımı atamadan sordum: Bu ne! Sizin pastaneden mi?
"Yok, bunu annem yaptı. Yerli malı olduğu için… Evden gelmeli diye düşündüm. Zaten bunu pastanede bulamazsın. Benim en sevdiğim ve annemin en iyi yaptığı…"
Sağ ol Gökhan, arkadaşım…
Evin kıymetini pastane imparatorundan öğrendim. 
Mayalının, en iyi pastadan daha faydalı ve güzel olduğunu… 
Cadde üzeri olmamasına rağmen annemin mutfağının yerini, hiçbir şeyin alamayacağını… 
Nereden olursa olsun, babamın tüm gelmelerini…
Dünyadaki hiçbir tadın, insanın tadını kaçırmaya gücünün yetmediğini;
İyi arkadaşın kıymetini, senden öğrendim…