Yılın son günü hava evde duramayacak kadar güzel ve güneşliydi. Evden çıkmak, sokaklara kendimi atmamak mümkün değildi. Üstelik dışarı çıkmak için bahanelerim de vardı. Otuz yıldır görmediğim lise' den bir arkadaş, aylardır tamirinden umudunu kesmiş banyodaki bozuk duş aparatı… 
Eski arkadaşla saat üç için sözleştik.  Randevuya bir saat kala, saat kulesi civarında yerimi almıştım. Belediyeye baktım. Babamın belediyesine… Yıllardan beri değişmeyen silüeti ile yerinde duruyordu. Çatı saçaklarındaki güvercinler de… 
Tatlıcı ve börekçiler iyi bilir beni. İyi müşterileriyim hepsinin de… Görür görmez tanır, buyur ederler. Çorum esnafı hoş sohbettir, nüktedandır. İki lafın belini kırmadan bırakmaz hiçbirisi… Hatta birçok zaman sırf bu muhabbetler için girerim dükkânlarına, öylesine...
Tatlıcı ile fazla konuşamadık yoğunluktan. Dükkândan çıkarken işaret edip beni durdurdu. Elime, müesseselerinin bastırmış olduğu yeni yıl takvimini tutuşturdu. Hem de her güne ait yaprakları olandan. Teşekkür ettim. Sürekli müşteriler böyle eşantiyonları hak ederler. Hele de benim gibi bağımlı müşteriysen!
Takvim sadece günleri, haftaları, ayları gösteren bir şey değildi. İçinde doğacak çocuğa isimden tut, günün menüsüne, kıssadan hisselere, özlü sözlere, tarihte neler olup bittiğine kadar çok geniş bir ansiklopedi niteliği de taşıyordu. Günün belli bir saatinde annem sayfayı koparır bu derin bilgileri bize seslice okur, dinlerdik. Bazı takvim yapraklarını atmazdı annem. Onu çok etkileyen, güzel öğüt ve bilgilerin olduğu sayfaları saklar, bize lüzumu halinde tekrar tekrar okurdu. 
Şu zamanlarda çok ihtiyaç olmasa da duymuş olduğum takvim sevinci, o anların özlemiydi belki de…
Elimde yeni yıl takvimimle yürüyordum. Sadece takvimle değil,  doğacak çocuğa isimlerim, tembihlerim, öğütlerim, kıssalarım, tarihteki yaşanmışlıklar ve hatta günün çorbası da vardı yanımda… Birden karşımda yaşlı bir amca peyda oldu. Elimdeki takvimi işaret ederek nereden aldın bunu dedi. Yerini tarif etmeye çalıştım. Zor duyan kulaklarını beresiyle kapatmış, dış dünya ile irtibatını tamamen kesmiş gibiydi. Takvimin kıymetini benden daha iyi biliyor olsa gerek ki, tarifimi duyabilmek için beresini çıkarıp iyice anlamaya çalıştı. Anlayamadı… Üşenmedim, farklı bir şekilde bir daha anlattım. Yine anlayamadı. Sonunda elimle bir istikamet çizerek, şu tarafa doğru yüz metre yürü, orada görürsün dedim. Daha fazla rahatsızlık vermek istemezcesine, anlamasa da tamam dedi. Kulaklarını örttü, gitti…  
Seksenin üzerinde bir yaşlı için yeni doğan çocuğa isim, neden bu kadar önemliydi ki? Ya da günün menüsü! Ağzında üç tane dişi kalmış bir insan için günün menüsünün ne önemi olabilirdi? Peki ya hayatının bütün öğütlerini dinlemiş, yapılacakları yapmış, yapamadıklarının altında ezilip yükünü tutmuş bir insan daha neyin öğüdünü, kıssasını takip edecekti ki? Geçmişinde gördüklerinden, yaşadıklarından bıkmış usanmış birisine, tarihte yaşanan olayları tekrar hatırlatmak ne işe yarardı ki? Takvim neyine gerekti ki bu yaşlının? 
Saatlerce arasa dahi, hedefe ulaşamayacağı bir istikamete yönlendirmiştim amcayı. Bulabilecek bir duruşu da yoktu ayrıca… 
Sonra birden uyandım! Utandım… 
Düştüm peşine. Hatadan dönebilmek gibisi yoktu. İnsan aklının en güzel tarafıydı bu… Kendime aferin dediğim anların çoğu bunlardan oluşuyordu.
Kalabalığın arasında çok da fazla yol alamamışken yakaladım onu. Sırtına dokundum. Dönüp baktığında, takvimi ona uzattığımı gördü. 
Al bu senin olsun, bende bir tane daha var dedim. 
Takvimde yazan kıssa ve öğütleri anlamış birisiydim o an. Annemin çabaları boş değildi…
Tatlıcıya gidip durumu izah ettim. Bir tane daha verdiler. Yine elimde takvimle yürüyordum… Yoruldum.  Geçen sene mezun ettiğimiz Hayati geldi aklıma. Buralarda bir çay ocağında işe başladığını söylemiş, beklerim hocam demişti.  
Çalıştığı çay ocağına gittiğimde, hoş geldiniz hocam dedi Hayati. Hep böyle bana seslendiği gibi cıvıl cıvıl, hayat doluydu. O sırada ocakta çay dolduran ustası muzipçe söze girdi: Hayati bak, hocan sana takvim getirmiş!
Sonra birden hatırladım; Bu da yazıyordu takvimin yapraklarında. Annem okumuştu, halâ kulaklarımda: 
Günün öğüdü: Nasip olmadan dayak bile yenmez!