Sabaha gözlerini açamayacağını bilerek yatanlar vardı bu dünyada! Başlarını nereye koyacaklarını umursamadan derin uykuya dalanlar… Hesabı düşünmeden, içgüdülerinin onları götürdüğü yere yalınkılıç koşanlar vardı. Öyle kodlanmışlardı. Yaptıklarının ettiklerinin bir ön çalışması olmaksızın, plansız… Tek bildikleri şey, cephelerini iyiye, güzele vermiş halde, attıkları adımların onları nereye götürdüğünü düşünmeme özgürlüğüydü. Nasıl olsa doğru yoldaydılar! Onlara bir şey olmazdı. Kulaklarına fısıldanan bin yıllık öğütlerle büyümüşlerdi. Bu öğütler şimdinin yazılı kanunlarından daha kıymetliydi. Tesiri, adamı alt üst edecek cinstendi. Bunların ne takibe ne de fiziki bir yaptırıma ihtiyacı vardı. Adamı dosdoğru, mıh gibi yolda tutan şey, tam da buydu! Böyle birisini gördüğünüzde hemen anlar ayırt ederdiniz. Fark edilir, hissedilirler. Ağızlarını açmadan niyetlerini görebilirdiniz. Onlar güzeldirler… Sürekli bir tebessüm hali vardır yüzlerinde. İyi bir öğretmenin ağızlarda tat bırakan dersinden çıkmış gibi görürdünüz onları. Ne sızlanır ne de hayıflanırlardı. Kahkaha ile gülenini görmek çok zordu. Nereden gelip nereye gittiğini en iyi bilen yine onlardı. En kötü hallerinde bile kaybetme korkusu yoktu üzerlerinde. Bu halim selim, peşin satıcı durumları birçoklarını rahatsız ederdi. Oysa bu durum emin olma duygusundan başka bir şey değildi. O kadar!
Günlük tutum ve yaklaşımlar onların harcı değildi. Üzerlerinde, attıkları her adımda geçmişten gelen bir elin desteğini görebilirdiniz. Bu desteğin eksik olmadığını anlamak için her hareketin altında bir ilham perisi de bulabilirdiniz. Bazen bir Nene Hatun, Mehmet Akif, Ömer Seyfettin bazen de Yunus Emre, Mevlana, Mustafa Kemal… Ben demediler. Hep biz ile başlayan cümleler çıktı ağızlarından. Kendilerini düşünecek zamanları da yoktu. Bireysel çıkar ve menfaatlerden ar ederler, yanından bile geçmezlerdi. Bulundukları yapının güçlü bir parçası olmak gibisi var mıydı ki? Bunun farkında olmayan birisi nasıl yaşar, nasıl nefes alabilirdi ki?
*
Adam iki saattir karısıyla tartışmaktan bıkmış, bir köşeye çekilmişti. Karısı son bir kez konuyu toparlayıp özetleyen sözlerini söyledi:
- Bak bu senin son şansın. Bunu iyi kullanmalısın! Bir daha böyle bir fırsat çıkmaz karşına. Hem Bakanlık sana böyle bir fırsat vermiş. Neden yapmayasın ki? Herkes bu fırsatın ucundan tuttu. Sana ne oluyor? On yıldır köye git gel yapmaktan bıkmadın mı? Yan branşına geç, şehirli ol artık! Hem yorucu olan sınıf öğretmenliğini de bırakıp lise öğretmeni olacaksın. Daha ne istiyorsun?
Adam bir karısına baktı bir de elinde tuttuğu dilekçeye. Sinirden titremeye başlamıştı. On beş yıllık karısına da kötü bir şeyler söylememek için kendisini zor tutuyordu. Sonra elindeki kâğıdı bir çırpıda yırtıp yere attı. Karısı hayretler içinde izliyor, bu hareketler sonunda kocasının ağzından dökülecek son sözleri bekliyordu.
- Yapamam!
Adam sandalyeyi çekti, mutfak masasına çöktü. Öylece kaldı orada boş bakışlarla… Adamdan ses çıkmaması karısını iyice germişti. Karısı, adamın yaşam şartlarını iyileştirme konusunda hiç adım atmamasına sinir oluyordu. Bu fırsatın değerlendirilmemesi inanılacak gibi değildi! Lambadan birisi çıkıp dile benden ne dilersen diyor ve sen oralı bile olmuyorsun. Bu hazmedilecek bir mevzu değildi… Adam, kendisinden mantıklı birkaç cümle bekleyen karısına son sözlerini söyledi:
- Nasıl yaparım? Ben sınıf öğretmeniyim. Ben ilkokul çocuklarıyla büyüdüm. Onlarla güldüm, onlarla ağladım. Onları çok sevdim. Onlar da beni… Eğitimlerimi hep onları yetiştirmek üzere aldım. Onca öğrencim ne der? Nasıl bırakırım onları? Bana güvendiler, beni bildiler. Biliyor musun içlerinde ara sıra hâlâ bana baba diyenler var! Diyebilirsiniz diyorum onlara, çekinmeyin; Öğretmen babadır da… Şu vestiyerdeki atkıyı bir tanesinin anneannesi örmüş. Nasıl durur o atkı boynumda, bir düşün! Bana güvenip çıkıyorlar her gün yola. Geldiklerinde beni bulamazlarsa ne olur, bir düşün. Peki, bir de şunu düşün: Ya o lisede dersine gireceklerim! Çocuk üniversiteye hazırlanıyorken, konuları yıllar önce unutmuş yeni öğretmen geliyor dersine. Bekliyor ki bir şeyler anlatacak, öğretecek! Bir de o çocuğa sebep olmak var! Ben gider gelirim köyüme. Hiç sorun değil. Bırak taş yerinde ağır kalsın! Hayatımızın fırsatı derken, hayatımızın en trajik hatasına imza atmayalım. Allah insanlara, hayatlarında hiç ummadığı fırsatlar çıkarır, aklı da verir yanında* Ve düşünüp de tutuyor mu diye bakar kuluna…
Adam ertesi gün köye, okula daha bir sağlam gitti. Verdiği kararın güçlü tesiri gözlerinden taşacaktı. Tüm sınıf sanki olanı biteni bilmiş gibi avluda toplanmıştı. O gün Öğretmenler Günü de değildi! Çok uzaktan gelmiş, uzun zamandır ayrı kalmış gibi hissetti öğretmen. Bastılar bağırlarına doya doya öğretmenlerini… Şu manzara, adamın aldığı kararın doğruluğunu onaylıyordu. Artık iyice inanmıştı ki önemli olan kaçan fırsat değil, içinde yeşerdiğimiz ve meyve verebildiğimiz hayattı…