Dünya birçok tür ve cinste insan tipine şahit olmuş. Ne iyilere bir ödül verebilmiş, ne de kötülere iki çift söz diyebilmiş! Öylece bakmış… İyiler iyilikleriyle, kötüler kötülükleriyle kalakalmış! Dünyanın bu kayıtsızlığına sadece kötüler sevinmiş. Bir süre… Karşılıksızlığa rağmen iyiliği bırakmayanlar, ayrı bir üst katman oluşturmuş. Bunlar en özel sınıfta, istisna bir mevkide yer almayı başarmış. Yaptıkları ettikleri şeyin iyiliğini güzelliğini, karşılığını düşünmeden devam etmişler hayatlarına. Bu yaşam nakaratı öyle bir hâl almış ki, bir süre sonra doğanın ta kendisi olmuşlar. Bir ağaç, bir dere, bir kuş, bir bulut olmuşlar, bazen de insan! Bakmayan görememiş, kulağını açmayan duyamamış onları… Duyulmamak, görülmemek koymamış onlara, duyan duyar, gören görür demişler! Kendilerini fark etme bahtiyarlığına erişen insanlar onları sevindirmiş. Eş dost olmuşlar bir süre. Sevginin dozu kaçıp elleri etekleri öpülmeye başlayınca rahatsız olmuşlar!Ağaç, dere, kuş, bulut kendilerine yapılan şu hürmeti işitir duyar da gönül koyarlar diye… Terk etmişler sonra, bulamamışlar yerlerinde. Elde kalmış bülbülü olmayan bir bahçe!Nereye gider bu insanlar bir gecede? Neden? Anlayamamışlar bir türlü, konduramamışlar kendilerine! Ne ağaca sormuşlar, ne dereye! Ne kuşu dinlemişler, ne de bulutu!Oysa dikkatle baksalar görecekler onları bulacaklar; Ya bir ağacın gövdesinde, ya bir derenin kenarında, ya bir kuş sedasında, ya da bir bulut gölgesinde… Keşke ürkütmeselerdi onları, kaçırmasalardı! Keşke…
Bu durumu fark eden bir tanesi, ertesi gün kolları sıvadı. Büyük bir ağacın yanına gitti, oturdu. Dalların hışırtısını dinledi. Üzerinde yürüyen karıncaları, yaprakların üzerindeki desenleri, damarları gördü. Yukarılara doğru uzayan dalları ile şu bulunduğu ortamın en güzel süsü olduğunu düşündü. Ne de güzel yakışmıştı şu tabloya! Ağaç ne güzeldi! Sonra derenin yanına gitti. O da çok güzel şırıl şırıl akıyordu kıvrıla kıvrıla… Ne güzel raks ediyordu ışıldayarak! Sonra yerden bir taş aldı. Durdu. Atamadı… Bıraktı elinden. Aldığı yere itinayla koydu. Buna hakkı olmadığını, o taşın orada bir ağırlığının, bir sorumluluğunun olduğunu düşündü. Altında yuvalanmış bir canlı âlemin olabileceğini hesap ederek, içinden özür diledi.
Sonra yoruldu. Ağacın gölgesinde bulutlara bakıyordu. Şekilleri hızla değişen bulutlar görsel bir şov yapıyordu adeta. Bulutların çoğaldığını ve güneşi kapattığını fark edemedi. Birden bire bindiren yağmurun altında ama güvendeydi. Sonra bir koyun peyda oldu yanında. Anlayamadı o an! Koyun da onu anlamaya çalışıyor gibi bakıyordu. Hayvanın suratında tatlı bir tebessüm vardı. O saatte orada ne çoban ne de bir sürü bulunurdu! Anlam veremedi adam. Köye indiğinde ilk işi koyunun sahibini aramak oldu. Bulamadı. Kimsenin bir kaybı yoktu. Evine götürdü adam. Hanımı keselim yiyelim dedi. Adam olmaz dedi. O tanrı misafiri…
Ertesi gün bir koyun daha geldi. Sonraki gün de… Adamın bu durumu, çevresinde şaşkınlık ve gizem yarattı. Komşu kadınlar durumu anlayabilmek için eşine sorular soruyorlar meraklarını gidermek istiyorlardı. Kadın bu duruma kendisinin de çok şaşırdığını anlatıyor, rabbinin ona bir çocuk vermemesine rağmen karşılaştığı bu manzarayı hayra yormaya çalıştığını söylüyordu.
Akşamları misafirleri, tanıdıkları, ziyaretçileri çoğalmıştı. Elleri ve başları önünde insanlar, büyük bir saygı ve sükûnetle geliyorlar, adamın sohbetinden, sözlerinden nasiplerini alıyorlar ve yine başları ve elleri önlerinde ayrılıyorlardı. Ziyaretçilerin yanlarında getirdikleri hediyeleri almak istemeseler de kabul etmemek daha incitici olacağından, adam sesini çıkarmıyordu. Adam her ağzını açtığında kendisinin bir kerameti olmadığını, sıradan bir insan olduğunu ifade etmeye çalışsa da kısa sürede yüze yakın koyuna nasıl sahip olduğunu bir türlü izah edemiyordu. Aslında bunu kendisi de anlayamıyordu!
Onda bir şey değişmemişti. Her zamanki gibiydi. Sıradan, mütevazı ve sessiz! Az konuşur, az yerdi. Bulduğuna da bulamadığına da şükrederek geçirirdi zamanını. Attığı her adıma, gördüğü her güzelliğe, yediği her lokmaya, işiten kulağına, anlayan beynine, hatırlayan hafızasına… Tanrı'nın ona bir evlat vermemesini bile hayra yorar eşine bu duruma dair en ufak bir hoşnutsuzluğunu hissettirmezdi. Sadece üç beş tavuk ile bir horozu varken kafası daha rahattı. Hayatı daha sakin ve basitti.
Evdeki kalabalık dağılıp gittiğinde, masanın üzerinde duran kiraz sepeti dikkatini çekti. Bir zamanlar hocası buradan ayrılmadan önce ona götürdüğü sepetin aynısıydı! Düşündü… Düşündükçe anladı. Anladıkça korktu. O an ne yapmalıydı, bilemedi! O da hocasının yaptığını yapmalıydı. Ertesi gün eşiyle birlikte hazırlanıp yola koyuldular. Koyunları götürmek istemese de, onlar bir yolunu bulup peşine düştüler adamın. Gelen bulamadı. Kimi kimseleri de yoktu ki sorup cevap bulabilecekleri! Yoklardı…
Üzüldü insanlar bir süre. Ağızlarında kalmıştı sohbetlerinin tadı. Avundular yine bir süre dillerine yerleşmiş öğütlerle. Ancak üzülen bir tek onlar değildi. Ağacın ve derenin kuruduğunu, kuşun cıvıldamadığını, bulutun raks etmediğini göremediler…